3
Geçiş
Ben Bremen'li Ristan Ash. Bugün Asanhold Geçidi'ni geride bıraktık. Tanrım... Bunu nasıl başardığımızı yazmam gerek! Bunu On Kasaba'da anlatsam, kimse bana inanmaz.
Eleint'in ondokuzuncu gününde, Buzkefen Yolu'nun girişinde durduk. Muhafızlar, bu bölgenin tehlikeden uzakta dinlenebileceğimiz son yer olduğunu söylediler. Ben ise yolun güvenli olabileceği ihtimalini düşünüyor, moralimi bozmamaya çalışıyordum. O çobanın bizimle kafa bulmadığını nereden biliyorduk ki?
Kafilemizi korumakla görevli öncü gruplar, Buzkefen Yolu'ndan içeriye doğru birkaç saat yürüyerek keşif gezisi yapmaya karar verdiler. Aorsten ve Thalisa da onlara katıldı. Bir anlığına onlarla gitmeyi düşündüm, ama sonra vazgeçtim. Bu kadar yolculuk ettikten sonra, bir de bu karanlıkta oraya gitmek çılgınca gelmişti. İşi ustalarına bırakmak gerek.
Önce Deira, Thalisa ve Aorsten'ın grubu, onlardan aşağı yukarı iki saat kadar sonra da Thaine, Farhan ve Aena'nın grubu sırayla yola çıktılar. Ben de onlar dönene kadar silah talimi yapmakta olan arkadaşlarıma katıldım. Bir haftalık yolculuğun üzerine kılıç ve hançer savurarak da enerjimin geri kalanını tükettim. Bir anlığına bayılacak gibi oldum, sonra da vakit kaybetmeden alanı terk ettim. Derin bir uykuya ihtiyacım olacaktı.
Valdis'in lanet olasıca naraları olmasaydı, belki uyuyabilecektim de. Kafamın arka tarafında bir yerlerde bir "Arkadaşlar!" sesi yankılanıp duruyordu. Herif beni tam dört kez yerimden sıçrattı. Bu yüzden, o saatlerde komutan Valdis'e çok ama çok kızgındım.
Düşünceler
Öncüler akşamın ilerleyen saatlerinde geri döndüler. Aorsten ve Thalisa pek de mutlu görünmüyordu. Nefes nefese anlatmaya başladılar ve Asanhold Geçidi'nin kalabalık bir goblin grubu tarafından işgal edilmiş olduğunu söylediler. İçimden bir sürü küfür ettim. Goblinleri sevmediğimden değil, bize bir sürü zorluk çıkaracakları için.
Ama ne yalan söyleyeyim, goblinleri de hiç sevmem.
Ve sadece goblinler olsa iyi. Uçurum, barikatlar, worglar... Hepsi gerçekti. Şu çoban ne yazık ki haklı çıkmıştı. Ah, Ristan! Çok iyimsersin.
Goblinlere "Merhaba! Biz geldik!" diyemezdik ya? Herifler bir çobana bile ok atmışlar. Acaba bizi, ve arkamızdaki oniki yük arabasını gördüklerinde kafamıza neler atarlardı? Taşıdığımız şeyleri bir öğrenseler, lağımcılarını yollayıp kampımızın altına kadar tünel bile kazdırabilirlerdi. Ne olup bittiğini anlayamadan, hepimiz havaya uçardık.
Sahi, biz o arabaları oradan nasıl geçirmeyi düşünüyorduk? Bunun akla mantığa yatkın bir yolu var mıydı? Ah! Lanet olsun. Karavan yolunu niye terk etmiştik ki sanki?
Bunları düşünürken Arkhas'la göz göze geldim. Bana çok tuhaf baktığını fark ettim. Acaba ben sesli falan mı düşünüyordum? Yoo, olamaz. O halde nasıl...
"Oradan geçeceğiz Ristan!" dedi Arkhas. Böyle bir şey beklemiyordum. Tırsmadım desem yalan olur.
Sonra kırbaç gibi şaklayan yeni bir "Arkadaşlar!" silsilesi ile kendime geldim. Uyanıkken bile beni yerimden sıçratıyordu ya... İşte o an, önemli bir karar verdim. Yeni bir öncü grup falan belirlenirse, sırf komutan Valdis'in uzağında olmak için başı ben çekecektim! Buzkefen'de bir mağara oyuğu bulur, üzerimize birkaç battaniye çeker, rahat rahat uyurduk.
Karar
Gecenin yarısında, sönmekte olan ateşimizin başında toplanmış, Asanhold Geçidi'ni nasıl aşacağımıza dair fikirler üretmeye, mantıklı bir karar vermeye çalışıyorduk. Çoktan dalmış olan Mari haricinde herkes uyanık görünüyordu. Ama hepimiz o kadar yorgunduk ki, Aorsten ve Valdis haricinde konuşan pek kimse kalmamıştı.
O ikisi de, hararetli bir tartışmanın içindeydiler.
Komutan Valdis, savaşabilecek herkesi toplamak, karanlığın örtüsü altında geçide doğru yürümek ve hava aydınlanmadan evvel goblinlere bir sürpriz yapmakla ilgili bir şeyler anlatıyordu. Aorsten ise bunu gereksiz ve gaddarca buluyordu. Aorsten'a göre, sürpriz şansımızı kan dökmek için değil, goblinler alarma geçip kalabalıklaşmadan evvel kampın içinden hızla geçmek için kullanmak daha doğruydu. Biz bir geçitten geçmek istiyoruz diye bir sürü goblinin canına kıymamalıydık. Aynı şekilde, bizler de kendimizi benzer bir tehlikenin içine atamazdık. Güney Rüzgârı üyeleri zeki, becerikli ve zorluklara direnebilecek güçteydi. Ama ya savaşmak? O bambaşka bir şeydi.
Aorsten ne Güney Rüzgârı'nın bir ortağıydı, ne de söz sahibi bir askerdi. Buna rağmen, çevresindeki insanlar üzerinde güçlü bir etki yaratmaya başladığını fark ettim. Canlılara ve yaşama derin bir saygısı vardı. Kafası da zehir gibi çalışıyordu. Bir de tartıştığı kişinin ne kadar dikkafalı olduğunu bilseydi...
Derken, komutan Valdis onun önerisini kabul etti! Buna şaşırmadan edemedim. Şaşırmıştım, çünkü Aorsten'ın planında da oldukça riskli ve korkutucu ayrıntılar vardı. Hata yapılmaması gerekiyordu. Hiçbir şeyin ters gitmemesi gerekiyordu. Planlanan şey başarıya ulaşsa bile -ki bu kulağa gerçekten de çılgınca geliyordu-, yolculuğun devamında da çok büyük bir tehlike altında olacaktık. Kedi uykusunda uyumamız, hatta uyku denen o hülyalar aleminden mümkün olduğunca uzak durmamız gerekiyordu.
"Ben gönüllüyüm!" dedim Aorsten'a, soruyu başkasının cevaplamasını beklemeden.
Zordu, belki de imkansızdı. Ama onun gözlerine bir baksaydınız, ne yaptığını bildiğini görürdünüz. Ben anlamıştım. O anlarda güvenli olan tek yer, Aorsten'ın yanıbaşıydı.
Kuzeye Yürüyüş
Kamptan ayrılalı neredeyse iki saat olmuştu. Karlara bata çıka, kaygan zeminlerde düşe kalka ilerliyordum. Yürüyüş düşündüğümden çok daha zor geçiyordu. Vücudumun neresini açıkta bırakırsam soğuk esinti beni oradan yakalıyor, acımasızca ısırıyor, adeta saldırıyordu. Aorsten ve Farhan ise bundan pek şikayetçi değildiler.
Evet ya, Farhan... Komutan Valdis, emrindeki koruculardan birini de bizimle beraber göndermişti. O saatlerde buna sevinsem mi, üzülsem mi bilememiştim. Farhan güçlüydü. Sertti. Başımız sıkıştığında onun arkasına sığınabilirdik. Ama ben Valdis'in aklında başka bir şeyler olduğundan şüpheliydim. Belki de Aorsten'ın açığını arıyordu. İşler umduğumuz gibi gitmezse buna Farhan'ın gözleriyle şahit olabilir, sonra da bunu kullanarak otoriteyi tamamen eline almak isteyebilirdi.
Bundan hâlâ şüpheliyim.
Ve işte! Oradaydılar. Son dönemeci de döndüğümüzde, meşhur goblin kampının cılız ışıklarını zar zor seçebilir oldum. Soğuk hava gözlerime doluyor, uçuşan kar zerrecikleri tozu dumana katıyordu. Eğer burada donup gitmezsek, bizi görmeleri biraz zor olacaktı.
Aorsten'ın bana eliyle işaret ettiği yöne doğru onu takip etmeye çalıştım. Uzun dakikaların sonunda, her tarafımız kara bulanmış hâlde kanyonun batı duvarına ulaştık. Uzun ve siyah kaya bloklarının dibinden yürümek hem daha kolay, hem de daha güvenli olacaktı.
Çok geçmeden, uzaklardan gelen o tuhaf uğultuyu işittik. Büyükçe bir taş parçasının ardına geçtiğimizde ise, goblinlere ne kadar yakın olduğumuzun farkına vardık. Artık onları açık seçik görebiliyordum. Kor ateşlerinin kızıl haresi içerisinde bir o yana, bir bu yana gidip gelen küçük, siyah silüetler...
İçlerinden birkaç tanesi, devamlı olarak uçurumun karşı tarafını gözlüyordu. Rahatsız eden bir sıklıkla da bizim bulunduğumuz tarafa bakıyorlardı. Henüz bizi görmemişlerdi. Ama nasıl olduysa, gelişimizi bekliyor gibi davranıyorlardı.
Uçurum
Uğultu, gürültüye dönüştü. Dibinden bir yeraltı suyunun akıyor olduğu Asanhold çöküntüsünün ağzına kadar ulaştık. En yakındaki goblinle aramızda en fazla yedi metre vardı. Bu durum beni iyiden iyiye germeye başlamıştı. Ellerimi ve ayaklarımı kullanamaz durumdayken bir goblinin taş menzilinde olmak hiç de akıllıca değildi.
Özellikle de taş, heriflerin bize atacakları en son şey iken.
Uçurumun karşı kısmına nasıl geçeceğimiz konusunda kısa bir kararsızlık yaşadık. Hangi yöntemle geçilmeli, ve hangi ekipmanlar kullanılmalıydı? Ristan, eğer bir şeyi iyi bilmiyorsan Aorsten'a kulak ver!
Önce Farhan, onun ardından da ben, batı uçtaki kanyon duvarına yapışarak karlı zemini terk ettik. Duvara tutunarak boşluğun üzerinde yürümek... Aman tanrım! O geçişi düşündüğümde şu an bile tüylerim diken diken oluyor.
O tehlikeli geçiş esnasında aşağıya bakmamaya çalıştım, ama o nehir altımızda öyle gürüldüyorken bu tabii ki mümkün olmadı. En azından, eğer düşersem sert veya sivri bir yere değil, suya düşeceğimi düşünerek kendimi rahatlatmaya çalıştım. O suyun ne kadar soğuk olduğunu, akıntının beni nereye götüreceğini, veya kurtulsam bile o ıslak hâlimle bana neler olacağını düşünmemeye çalışarak...
Derken, Farhan'ın ayağını bastığı bir taş çıkıntısı aniden koparak suya düştü. Herif de neredeyse taşın peşinden gidecek, az önceki sulu fantazilerimde başrol oynayacaktı. Neyse ki Farhan düşmedi. Ve neyse ki, taş nehre düştüğünde çöküntünün içinde yankılanan o "clop!" sesini yalnızca biz duyduk.
Toparlandıktan sonra hızlı bir manevrayla karşıya geçti Farhan. Bir kar tepeciğinin arkasına yatarak kendisini gizlemeyi de başardı. Sıra bendeydi. Goblinlerin dikkati yine bu tarafa kaymadan, hemen karşıya geçmem ve saklanmam gerekiyordu.
Ama olanlar tam olarak şöyleydi: Buzlu bir taş parçasına basınca kaydım. Dengem bir anda altüst oldu. Eğimli kaya bloğun kenarı boyunca, sürtünerek ve çarparak, türlü sesler çıkararak, çaresizce aşağı kaydım. Nehrin buz gibi suyu, aşağıda beni bekliyordu.
Pamuk İpliği
Tam göbek göbeğe denk geldiğim şişkin bir kaya parçasını kavramayı başarınca, düşüşüm de şans eseri son bulmuş oldu. Peki buna sevinebildim mi? Hayır. Çünkü sağım solum patlamış, yara bere içinde kalmıştım. Bremen'in tavernalarında beni linç etselerdi de, birkaç kaya bozuntusundan böyle dayak yemeseydim!
Üstelik goblinler bu gürültü patırtıyı duymamış olamazlardı. Resmen ayvayı yemiştik.
O korku dolu anları hatırlamak bile istemiyorum. Paniklemiştim. Arkadaşlarım için duyduğum endişe öyle büyüktü ki, bana kendi postuma verdiğim değeri veya yaralarımın acısını çoktan unutturmuştu. Harekete geçmekten veya bir şeyler düşünmekten bile aciz bir hâldeydim. Tek yapabildiğim, gözlerimi yukarıya çevirmek ve orada olup bitenleri görmeye çalışmak olmuştu.
O kaya parçasının üzerinde umutsuzca yatarken, gözlerimin önüne bir halat parçası düşüverdi.
Bana kalırsa bu inanılmazdı! Yoldaşlarım, tam da varlığımızı belli ettiğimiz anlarda beni kurtarabilecekleri birkaç değerli saniye yaratmışlardı. Bunu nasıl başardıklarını ise daha sonra Farhan’dan dinledim.
Geçişimizi adım adım izleyen, bir yandan da sürekli olarak goblinleri göz hapsinde tutan Aorsten, benim kötü bir biçimde düştüğümü görünce derhal Farhan’ı uyarmış. Bunu da zihinsel bir ileti yollayarak, goblinlerin duyamayacağı bir biçimde yapmış. En azından Farhan öyle söylüyor. Güçlü korucu beni yukarıya çekmeye uğraşırken, goblinlerden birkaçı da durumu fark etmiş. Onun olduğu tarafa doğru hareketlenmişler ve korucumuzu gizleyen kar tepeciğini aşmaya yeltenmişler. Tam işler sarpa saracakken, Aorsten gizemli kuzgunu Gece’yi onların üzerine göndermiş. Cesur kuş, sert birkaç pike yaparak goblinlerin dikkatini dağıtmış. Ben de bu sayede yukarıya çıkabilmişim.
Çöküntünün ağzına kadar yükselip, uçurumun kenarından kendimi yukarı çekmeye çalışırken ise onları kendi gözlerimle gördüm. O kadar yakındaydılar ki, “Bittik!” dedim.
İlk Temas
Hâlâ beni kurtarmaya debelenen Farhan’ın güçlü kollarından kendimi sıyırıp ayağa kalkmaya çalıştım. Zayıf ışıkta açıkça görebildiğim bir goblin, okunu alnımın orta yerine yapıştırmak üzereydi.
Gizli hançerlerimden birini hızla elime alırken, tek bir şansımın olduğunu biliyordum. Nişan almaya ise vaktim yoktu. Bıçağı, küçük siyah silüete doğru körlemesine fırlattım... Ve onu düşürdüm! Farhan da çoktan ayaklanmış, bize doğru gelen diğer goblini karlara sermişti.
Kısa bir bakışmanın ardından, Farhan ve ben eşzamanlı olarak köprüye yöneldik. Tam da o saniyelerde, görevi köprüyü çalıştırmak olan iki goblin derin bir uykuya daldılar. Bu da Aorsten’ın gizemli güçlerinin bir parçasıydı.
Tedirgin bir biçimde etrafımıza bakındık. Goblin kampının diğer kısımlarında her şey yolunda görünüyordu. Uzaktaki diğer goblinler ya hiçbir şey duymamışlardı, ya da ufak tefek birkaç gürültüyü önemsememiş, tehdit olarak algılamamışlardı.
Asıl korkutucu kısım ise daha yeni başlıyordu. Kalbim güm güm atmaya başladı.
Goblin kampı henüz uyanmamış olabilirdi. Ama Farhan ve ben, aşağı yukarı beş-altı metrelik bu küçük köprüyü indirmek için çarklara asıldığımız zaman öyle bir ses çıkacaktı ki, kamptaki bütün kafalar bize doğru dönecekti. Arabalarımız, içindeki askerlerle birlikte köprüye varana kadar, en azından iki dakika boyunca kaderimizle baş başa olacaktık.
Metal çarklara var gücümüzle asıldık. Kollarım bununla meşgulken, gözlerim de yere düşürmüş olduğum o goblinin cansız bedeniyle yeniden buluştu.
Bremen’deki gençlik yıllarımdan beri tahtadan hedeflere bıçak fırlatırım. Bir gösteri yapıp birkaç metelik kazanabilecek kadar da iyiyimdir. Ama bu hünerimle bir yaşamı sonlandırmış olmak… Durumumuz ne olursa olsun, bu hiç hoşuma gitmemişti. Goblin yere ilk düştüğünde, gözlerimi birkaç saniye boyunca ondan alamamıştım. Alamazdım da.
Başka bir canlıya ölüm getirdim. Ve bundan hiçbir zaman gurur duymayacağım.
El Yapımı
Köprü, kafilemizin olduğu karşı tarafa doğru gümleyerek düştü. İşte başlıyordu...
Aorsten hiç vakit kaybetmeden işaret fişeğini ateşledi. Bu ışıklı ve yankılı patlama, bir anlığına hepimizi şaşırttı. Şimdi sıra Güney Rüzgârı'ndaydı. Arabalar derhal yola çıkmalı, ve kafilemiz köprüyü son sürat geçmeliydi. İçimden hem onlara, hem de bize şans diledim.
Sonra gözlerimi yeniden köprünün karşı tarafına çevirdim. Yanımıza koşarak bizlerle bir araya gelmesini umduğum Aorsten'ı arıyordum. Aorsten... Aorsten... Neredesin?
İşte! Oradaydı. Ama... gelmiyordu. Elinde bir şey gördüm. Şeffaf, parlak... onunla bir şeyler yapıyordu. Yoksa o bir şişe miydi? Bir şişeyle ne yapıyordu ki?
Biz daha bir araya toplanamamışken, tam arkamızda bulunan mağara oyuğundan üç goblin daha fırladı. Yüzümü onlara döndüğümde, gördüğüm manzara karşısında nutkum tutuldu. İki yanında birer goblin nişancısı ile, iri yarı, gür sesli, alev bakışlı o goblin... Zırhı parlaktı. Silahları usta işiydi. Diğerleri üzerinde kontrol sahibiydi. Bizi gördü, işareti verdi ve nişancıların okları bize doğru gerildi.
Ve sonra, biz kesinleşmiş ölümümüz için geri sayıyorken, tepemizden parlak bir cisim geçti. Bir şişeydi bu. İnsaflarına kaldığımız üç goblinin tam arkasına düştü. Ve orada öyle bir patlama oldu ki, goblin nişancıları çaresizce etrafa savrulurken, liderleri olan goblin de az önce içinden çıkmış oldukları mağaraya kendini zor attı.
İşte bu bir mucizeydi. O mesafeden böyle bir atış yapmak... anlatsalar inanmazdım. Tabii yaklaşan savaşın gerginliğiyle bunu düşünecek değildim. Korucu ve ben, Aorsten'a minnetimizi bir bakışla gösterdik. Sonra hemen döndük ve goblin kampında nelerin olup bittiğini inceledik.
Onları görüyor ve duyuyordum. Birbirlerine bizi işaret ediyorlar, çığlıklar atıyorlar, silahlarına koşuyorlar, saf tutuyorlardı. Worglar ise adeta çılgına dönmüştü. Korkudan delirmek üzereydim. Bizi resmen çiğ çiğ yiyeceklerdi!
Hücum!
Henüz arabaların ne görüntüsü, ne de sesi vardı. Bu belirsizlikte korkudan içim içimi yiyordu. Bir anlığına, kafilenin zamanında yetişemeyeceğine dair bir korkuya kapıldım. Goblinler çitlerin etrafından dolanıyor, karanlıklara örtünerek sinsi sinsi yaklaşıyor, geçen her saniye önlemlerini biraz daha artırıyorlardı. Güçlü korucu Farhan kendini bu durumdan kurtarabilirdi şüphesiz. Peki ben ne yapacaktım?
Sonra o garip heceleri duydum. Gür, melodik, anlaşılmaz… ve korkutucu. Ya birileri yüksek sesle dua ediyordu, ya da uğursuz goblinin teki… Ama... Yoo, hayır.
Bu Aorsten’dı! Onun sesinin o tuhaf tınısı rüzgârın sesiyle yarışırken, goblin kampının doğu kısmında aniden göz gözü görmez oldu. Worgların ve sahiplerinin bulunduğu bölge, çatırdaya çatırdaya yerden biterek dört bir yana uzanan sarmaşıkların istilasına uğradı. Goblinlerin doğu çitinde bulunan kapıları da böylelikle kapandı. İşte ben her şeyi o anda anlamıştım.
Aorsten’ın planında açık falan yoktu. Goblinlerin bizi doğu-batı yönlü kuşatabilmesi artık olanaksızdı. Yüzümüzü batı kısmındaki çitte bulunan kapıya doğru döndük. Orası, hâlâ açık olan son kapıydı. Birkaç goblin yarması, çevreye dağılmış olan goblin uşaklarını bir araya toplamaya uğraşıyordu.
Bana uzun dakikalar gibi gelen bu endişe dolu bekleyişin sonunda, birinci arabamız nihayet köprüye giriş yaptı. Aynı anlarda iki tane koca goblin savaşçısı, beraberinde beş tane uşakla batı kapısına doğru koşuyordu. Orası, arabalarımızın geçebileceği tek yerdi. Eğer oraya etten duvar örerlerse, ve eğer arabalar bu yüzden durmak zorunda kalırsa, bu resmen sonumuz olurdu.
Sonra, hareket hâlindeki arabadan fırlayan komutan Valdis’i gördüm. Asker Kail de onun hemen ardından karların üzerine atladı. Farhan ve ben önce birbirimize, sonra da onlara baktık. Komutan koşarak önümüzden geçerken, goblinlerin toplandığı kapıyı işaret ediyordu. Kıpkırmızı suratıyla bir şeyler söylüyor, daha doğrusu avaz avaz bağırıyordu.
Sanırım “Hücum!” diyordu.
Batı Kapısı Çarpışması
Arkamızdan yetişen Aorsten’la beraber beş kişi olmuştuk. Çarpışmanın kaçınılmazlığı, ve komutanın o kıpkırmızı suratı sanırım beni bir tür transa sokmuştu. Onlarla birlikte kapıya doğru koştum. Neyime güveniyordum, inanın bilmiyorum.
Araba konvoyunun ucu artık tam arkamızdaydı. Eğer hızlı olmazsak, hepsi durmak zorunda kalacaktı.
Kapıya goblinlerden önce varmıştık. Vakit kaybetmeden goblin sahasına geçiş yaptık, ve yarım daire şeklinde yaklaşarak bizi kapıya sıkıştırmaya çalışacak olan rakiplerimizle yüzleştik. Özellikle de iki goblin yarması, ağır savaş zırhları ve en az boyum kadar olan madeni gürzleriyle göz alıcıydı. Ve bir tanesi tam karşıdan bana doğru geliyordu!
Sonra silahlar konuştu. Her şeyi bölük pörçük hatırlıyorum. Farhan hızla yanımdan geçmiş ve kendini düşmanlarımızın üstüne atmıştı. Birkaç goblin, Aorsten’ın büyüsüne karşı gelemeyerek ortalık yerde uyuyakalmıştı. Kail’in kılıcı, rakiplerinin açığını ararken havada birkaç kez çınlamıştı. Doğu kampındaki sarmaşıklar çekilmiş, worglar ve sahipleri yola çıkmıştı. Valdis, goblin yarmalarından biriyle kıran kırana bir mücadele içerisindeydi.
Diğer goblin yarması da benim cılız bedenimi gafil avlamak üzereydi. O büyük gürz... Havayı yarıp geçerken çıkardığı o ses…
Aman tanrım…
Ristan Ash
Asker
Goblinlerin düşürdükleri ilk kişi, Güney Rüzgârı ortaklığından Ristan Ash olmuştu.
Alelacele ve düzensizce hücum ettiğimiz batı kapısında, düşman saflarının düzenini bozmuştuk. Arabaların yolu da açılmıştı. Güney Rüzgârı ekibi, yük arabalarını büyük bir hızla oradan geçirmeye çalışırken, biz de onları korumaya çalışıyorduk. Tabii karşımıza dikilen koca adamlar hiç de kolay lokma değildiler. Sert vuruyorlar, hiç pes etmiyorlardı.
Kapıdaki savaş başlar başlamaz, kendimi arka saflardaki goblin okçularının üzerine atmıştım. Yoldaşlarım goblin yarmalarını geçmeye çalışırken bir yandan da oklara hedef olmamalıydı. Ben yaklaştığımda okçular paniğe kapıldılar. Yaylarını yere atıp topuzlarını çektiler. Amacım da tam olarak buydu, yani okçuları saf dışı bırakmak.
Sonra onu gördüm. Elora’yı…
Kendisini taşıyan arabanın sürücüsünün yanıbaşında, sarsıntılara va tehlikeli savaş ortamına aldırış etmeden ayakta duruyor, her şeyi daha hakim bir açıdan izliyordu. Keşke onu, arabaların oraya gelişinden önce de bir görebilselerdi. Yüzleri boyalı korucular, usta askerler veya paralı refakatçiler, olayları yalnızca kendi bakış açılarından görüyor, savaş veya stratejiden başka hiçbir şey konuşmuyorlardı. Peki sizce bu yürekli kadın, o sırada ne yapıyordu?
Elora, kahramanların dikkate değer bulmayacağı onlarca küçük ayrıntıyla tek tek, kendi başına ilgileniyordu. Güney Rüzgârı kafilesinin ruhunu yüce tutmak, umutsuzluğa düşmüşlere moral vermek, hastalarla ilgilenmek, düzeni ve disiplini korumak bunlardan yalnızca birkaçıydı. Eğer o olmasaydı, dört bir yana savrulmuş ikili üçlü gruplar olarak kalırdık. Hem beden hem de ruh cephesinde bu mücadeleyi kolaylıkla kaybederdik. Ama o varken her şey ve herkes bir aradaydı. Tek vücuttuk. Zorluklar vardı, ama aşılacaklardı.
Sözüm, onun gibi zarif birinin, Güney Rüzgârı'nın sert çehreleri arasında nasıl olup da yer edinebildiğini sorup duranlara. Komutan Valdis'i ölümün karanlık kucağından çekip alan, ve bir an önce sağlığına kavuşabilmesi için her şeyi seferber eden kişi sizce kimdi?
Mücadelenin yalnızca savaş sahasında yaşanmadığını hâlâ anlayamıyor musunuz?
Düşüş
Hızla yaklaşan worgların üstümüze atlamasına artık saniyeler kalmıştı. Ristan'ı yere sermiş olan goblin yarmasının işini bitirmiş, uşakların da neredeyse tamamını etkisiz hâle getirmiş, orada kendimize birkaç saniye yaratmıştık.
Komutan Valdis diğer goblin yarmasıyla amansız bir çarpışmanın içindeyken, Aorsten ve ben, dostumuz Ristan'ı zar zor kendine getirebildik. Onu beraberce ayağa kaldırdık, ve arabalardan birine binip buradan kurtulabilmesi için ona yardımcı olduk. Balıkçı olarak seslendikleri bu adamcağıza saygı duyuyorum. Dostlarının yolunu açabilmek için kendini büyük tehlikelerin içine attı.
Ristan'ı arkadaki arabalardan birine bindirir bindirmez, nefeslerini artık ensemizde hissetmeye başladığımız worglarla yüzleşmek için arkamızı döndük. Farhan, binicisini üstünden atmış olan çılgın worgla boğuşmaya çoktan başlamıştı. Ben de diğer worga doğru koştum. Üzerinde mızraklı ve kalkanlı binicisinin de olduğu, çok daha tehlikeli görünen ikiliye doğru...
Tempus... Bana güç ve cesaret ver.
Bu devasa köpekler çok hızlı ve yırtıcıydılar. Isırdıkları şeyi koparacak güçlü çeneleri, zırhlarımızı parçalayabilecek keskin pençeleri vardı. O ikiliyle baş edemeyeceğimi, daha dövüş başlar başlamaz anlamıştım. Ben mızrağın hamlelerini savuşturmaya çalışırken, kudurmuş köpek bacağımı ısırıyor, pençelerini etime geçiriyordu.
Korucu Farhan da kendi önündeki worgu durdurmaya uğraşıyordu ve tahminimce o da zor durumdaydı. Ölümün bize adım adım yaklaştığını seziyordum. Savaşın gidişatı pek umut verici değildi. Bir süredir dövüşmekte olduğu goblin yarmasını hâlâ yenememiş olan Komutan Valdis de yardımımıza koşamıyordu.
Koşamıyordu, çünkü az önce başına çok ciddi bir gürz darbesi almıştı. Bunun üzerine yeri ve yönü kaybeden talihsiz komutanımız, sırtına aldığı son bir darbeyle düşmüştü. Biz worglarla boğuşup ondan gelecek yardımı beklerken, o çoktan karanlıkta kaybolmuştu.
Valdis'i orada öyle görünce, ben de kendi karanlığımın içine düştüm.
Gözbağı
Dövüşecek, sonra da ölecektim. Ben ölecektim, ama hiçbir goblin Güney Rüzgârı'nın arabalarına dokunamayacaktı. İlk işimiz, Valdis'i düşüren goblin yarmasının soluğunu kesmek oldu. Ve bakın sonra neler oldu.
Çarpıştığım worg binicisi, durduk yerde kafa üstü yere çakıldı. Buna ne worg sebep olmuştu, ne de ben. Bu işte bir tuhaflık vardı, ama o sırada buna kafa yoramayacak kadar meşguldüm. Yorulmuştum. Kötü yaralanmıştım ve her iki worg da hâlâ sapasağlamdı.
Daha birkaç saniye geçmemişti ki, Farhan ve ben, worgların ilgi odağı olmaktan çıktık. O ana dek gözleri dönmüş bir hâlde bizi parçalamaya uğraşan o köpekler, kuzey yönünde dikkatlerini cezbeden yeni bir şey gördüler. Bizim de göz ucuyla fark etmiş olduğumuz bu şeyi görebilmek için, o yöne baktık.
Şeklini tam olarak tarif edemeyeceğim, dağ devlerine benzeyen bir şeydi. Önce yakına kadar gelmiş ve gölgesini üzerimize düşürmüştü. Sonra da saldırgan hareketler yapmaya başladı. Worgları şaşırtan şey işte buydu.
Worglar her zaman daha güçlü ve tehditkâr görünen rakiplere odaklanırlar. Orada da aynı içgüdüsel tepkiyi verdiler. Önce bizden uzaklaştılar. Sonra da devin etrafını sararak yeni bir saldırıya hazırlandılar. O sırada gözlerim, tesadüfen Aorsten'a kaydı.
Tamamen deve odaklanmış olan taş kesilmiş yüz ifadesiyle, bir şeyler mırıldanıyordu. Onun dudakları hareket ettikçe, devin bacakları da hareket ediyordu. Bu yeni olayı ilgiyle izlemeye başladım. Dev önce worgları kışkırtıyor, onlar yaklaşınca da biraz uzaklaşıyor ve sonra yine onları rahatsız etmeye başlıyordu. Bu bir müddet böyle devam etti.
Ah... Tabii ya!
Bu adam, yani Aorsten, bir gizem ustasıydı. Sen çok yaşa Aorsten!
Bizi sen kurtardın.
Çıkış
Uzaklaşan worglardan birisi geri dönerek bize sürpriz yapmaya çalışınca, stratejik üstünlüğümüzü kullanarak onun işini bitirdik. Bu sırada Güney Rüzgârı'nın onbirinci arabası da sorunsuz bir biçimde geçişini yapmış, ve üzerinde goblinlerin olmadığı güvenli bir yere varmıştı. Onikinci ve sonuncu araba da o sırada önümüzden geçip gitmekteydi.
Yol artık açıktı. Biz de o son arabaya atlayıp oradan hızla uzaklaşmalıydık. Olanların haberini alan goblin lideri, mağarada ne kadar adamı kaldıysa toplayacak ve üzerimize gelecekti. Eğer acele etmezsek bu çok hızlı gerçekleşebilirdi, ve biz yeni bir saldırıya karşı koyabilecek hâlde değildik.
Farhan'ın güçlü kolları, Valdis'in ağır ve hareketsiz bedenini çabucak arabaya taşıdı. Biz de onun peşinden yük vagonunun içine atladık. Araba hızlı bir şekilde goblin kampını terk ederken merak ettiğim tek şey, komutanımın hayata tutunup tutunamayacağıydı. Valdis'i dikkatli bir biçimde yatırdık. Anlayabildiğimiz kadarıyla, durumuna baktık.
Yaşıyordu.
Yaşıyordu, ama hayatı pamuk ipliğine bağlıydı. Onu kurtarmak veya iyileştirmek, bizim hünerlerimizin çok ötesindeydi. Çok korkmuştum. Onun miğferine isabet etmiş olan darbeyi görseydiniz, siz de çok korkardınız.
Şifacı Inzar'ın hemen, o an gelmesi gerekiyordu. Yoksa...
Derken yük vagonunun arka tentesi aralandı. Gelen Elora'ydı. O içeriye giriği anda, içine düştüğüm karamsarlıktan hızla arınmaya başladım.
Elora'nın iyi olması benim için bir müjdeydi.
Kail
Uyanış
Kendi kendime ayaklanıp, doğru düzgün yürüyebilecek hâle geldiğimde, lanet olasıca goblin kampının kuzeyindeki bir noktada durmuştuk.
Yürüyordum yürümesine de, göğsüm nefes alırken bile ağrıyor, bana acı veriyordu. O pis kokan, fazla yemiş goblin savaşçısı göğüs kafesimin üstüne fena vurmuş. Anında iki seksen uzanmışım. Onca şey yetmiyormuş gibi, dostlarım bir de benimle uğraştılar.
Bir süredir annesine söylendiğim diğer büyük goblin ise, Valdis'i ağır yaralamış. Onun iyi olacağına inanıyorlardı... İnanıyorlardı... "Tanrım!" demiştim içimden... "Şu hâle bak!".
İyi kurtulmuştuk. Ama durum yine de öyle üzücüydü ki, Elandor bile malzemeleri saymaya yeltenmiyordu. Yardım edebilecek bütün ellere ihtiyaç vardı. Artık siz anlayın...
Normalde korkudan ödümüzün patlıyor olması lâzımdı. Ardımızda, tanrı görünüşlü bir goblin bırakmıştık. Tahminimce o sırada intikam naraları atıyor, şişiyor ve kabarıyor olmalıydı. Kim bilir öfkeliyken nasıl görünüyordu?
Bir şeyden emindim. O günü toparlanmakla geçirip, ertesi gece yola çıkacaklardı. Karda izimizi kolayca sürecek, kampımıza sinsice sokulacak ve hepimizi öldüreceklerdi. Ama nasıl oluyorsa, kimsenin yüzünde buna dair bir endişe, bir korku görmüyordum.
Elora bir oradaydı, bir burada. Herkes kendi derdine düşmüşken, o hepimizin iyi olması telaşındaydı. Yaralılarla ilgileniyor, yapılması gereken her şeyi görüp yaptırıyor ve hiçbir detayı atlamıyordu. Valdis'in, yaşamını ona borçlu olduğunu bile söylüyorlardı.
Ve sanırım, onun geçtiği yollarda herkes kendini daha iyi hissediyordu. Ben de öyle...
Goblin kampından geçerken, orada esir düşmüş olan talihsiz cüce için hiçbir şey yapamamıştık. Aorsten, şansımız hâlâ yüksekken birkaçımızın geri dönüp onu kurtarması gerektiğini söylüyordu. Elora ise, hiç kimsenin kamptan ayrılmamasını istemişti. Aslında haklıydı da. Ama cüce dostumuz Galdin'in o üzgün hâli, yüreğimi dağlıyordu.
Çok üzülerek, Aorsten'a izin verdim. Çünkü biliyordum ki o, imkansızların adamıydı.
İki Kuş
Henüz şafak vaktine saatler varken, Aorsten ve siyah tüylü kuşu Gece, kuzeyin karlı dönemecinin ardında gözden kayboldular. Elora'nın isteğine karşı gelmiş olduğum için biraz huzursuz hissediyordum. Acaba bana kırılmış mıydı?
Hayır, elbette ki kırılmamıştı. Hatta bu kurtarma girişimine destek verebilmek için, uzun boylu ve hızlı asker Adus'u da gün ağarırken kuzeye göndermiş, hâlâ dönmemiş olan Aorsten'ı arayıp bulmasını istemişti. Ah, Elora...
Adus yola çıktıktan yarım saat kadar sonraydı. Sabah oluyordu, ve ekibimizin büyük bir bölümü çoktan uykuya dalmıştı. Hâlâ gelen giden yoktu. Endişelenmeye başlamıştım.
Derken onları gördüm. Aorsten... Adus... ve cüce... Nasıl rahatladığımı anlatamam. Adus sırtında ağır bir şey taşıyordu. Ne olduğunu görmek için sabırsızlıkla beklemeye başladım. Acaba yaralı bir esir daha mı vardı? Ya da bir ganimet çuvalı?
Ve sonunda geldiler. Onları selamlamak ve iyi olup olmadıklarına bakmak için derhal yanlarına koştum. İşte o zaman, Adus'un sırtındaki şeyin ne olduğunu öğrendim. Onun bir öteberi çuvalı gibi yere attığı şey, baygın bir goblindi. İşte bu hiç aklıma gelmezdi. Soru sorarcasına Aorsten'a baktım. Ama ona bakarken, cevabı zaten biliyordum.
Cüceye gelince... Adı Dwingor'du. Pek de misafirperver olmayan goblinlerle geçirdiği süre zarfında aç kalmış, eziyet görmüş ve oldukça zayıf düşmüştü... Onu o hâlde görmek beni derinden üzdü. Dostumuz Galdin, gözyaşlarını tutamadı. Dwingor'un kendini daha iyi hissetmesi için bütün imkanlarımızı zorlayacaktık.
Sonra Aorsten'a döndüm. Yorgun, bitkin ama huzurluydu. Tebriklerin en büyüğünü, ve cömert bir ödülü hak etmişti o. Hele Bryn Shander'a bir varalım... Anlattıklarına bakılırsa, onun gibi bir deha için çok da zor olmamıştı. Zaten onun bu işi başaracağından hangimiz şüphe edebilirdik ki?
Sonunda bir köşeye çöküp, uyumadan önce geçirdiğim birkaç rahat dakikanın tadını çıkardım. Sonra da hepimiz, birkaç saatlik deliksiz bir uykuya seve seve teslim olduk.
Ristan Ash