Gönderen Konu: Zulkhir  (Okunma sayısı 1873 defa)

Kharnos

  • Hancı
  • - 19 -
  • İleti: 658
Zulkhir
« : Ağu 01, 2017, 13:47:29 »


Zulkhir

Onu Harton sokaklarında gördüğüm o ilk anı hiç unutmam.

Talihsiz bir çehre, korku dolu bir çift göz... İnsanla dolu şehrin fakir bir mahallesinde, daracık bir sokağın gölgesinde parlayan iki sarı nokta... Tiefling ben oradan geçerken bana bakıyor, gözlerinden akan çaresizliği önüme boşaltıyordu. Sızlanıyor, feryat ediyor, doğduğu güne lanet okuyordu.

Hırpalanmışlığın, dışlanmışlığın ve perişanlığın dile gelmesiydi gördüğüm. İlk etapta ne yapacağımı bilememiştim. Zavallı tiefling, karşılaşacağı bir sonraki insanın zulmünden kurtulmak için yerlerde sürünüyor, ellerini başına siper ediyor, merhamet dileniyordu. Bu sahne beni yolumdan ve düşüncelerimden alıkoymaya yetmişti.

Ne acı. Harton sakinleri, Gökfelaketi Savaşı’ndan sonra sayıca çoğalan bu iblis çocuklarına kucak açamamıştı, açmayacaktı da. Zulkhir, tüm kapıların yüzüne kapandığı bu yerde tıpkı talihsiz ırkdaşları gibi nefes almaya, karnını doyurmaya ve barınmaya çalışan bir başka Tiefling’di oysa.

Onu yerden kaldırıp evime götürmeye çalışırken ne hissediyordum bilmiyorum. Ona acımış mıydım? Yoksa bağırtılarını mı susturmak istemiştim?  Gözümü alan parlak güneş, anılarımın o kısmını da kavurmuş olmalıydı. O anlarla ilgili yalnızca tek bir şeyi net olarak hatırlayabiliyorum: Zulkhir, celladı tarafından alıkonulduğunu ve kendi ölümüne yürüdüğünü düşünmüştü.

Zulkhir’i şehrin yukarı tarafındaki evime götürdüm. Böylesinin onun için daha iyi olacağını düşünmüştüm. O ise korkuyordu. Ona zarar vermeyeceğimize ikna olması uzunca bir süre almıştı. Bizi her gördüğünde uzak bir köşeye siniyor, evin mobilyalarını vücuduna siper ediyordu. Gözlerine her baktığımda, alev alev yanan ama yanmaya bile çekinen bir yüreğin endişesini görüyordum.

Ona baktıkça daha iyi anlamaya başlıyordum: Tiefling’ler bizim gibi değildiler. Hiçbir zaman da olamayacaklardı. Oysa Harton’lular, Zulkhir’den de insan olmasını, bir insan gibi davranmasını beklemişlerdi. Bunu yapamadığında ise onu kovmuş, kovalamış veya tekmelemişlerdi. Ama yapabilseydi bile hiçbir şey değişmezdi.



Haftalar geçti... Bir gün, onu buradan kovmayacağımıza biraz da olsa ikna olduğunda, Zulkhir çalışma odama geldi. Bana şöyle dedi: “Sen dost? Yoksa sen sahip?”

“Ben dost.” deyiverdim pek düşünmeden. Tam da bu yüzden, zihnimin bana soracağı ikinci bir soruyla karşı karşıya gelmek üzereydim. Ben, Veloth Almarond, boş sözler savuran birisi değildim. Yeni bir dost arayışında ise hiç değildim. Neden böyle cevap vermiştim? Zulkhir gibi birine neden böyle bir vaatte bulunmuştum?

Cevap basit: Sanırım onun dostum olmasını istemiştim. Onda beni değiştiren, bir yandan da kendine çeken garip bir hava vardı. Onun için yaptığım şeyler ne olursa olsun, kendimi ona kol kanat geriyormuş gibi değil, ondan çalmış olduğum bir şeyi pişmanlık duygusuyla ona geri vermeye çalışıyormuş gibi hissediyordum.

Malikanede yaşamaya başladığı ilk zamanlarda haneye verebileceği pek bir şey yoktu Zulkhir’in. Becerikliydi ama iş bilmiyordu. Zekiydi ama Ilossa lisanını iyi konuşamıyordu. İlk etapta temizlik, bakım ve tamirat gibi işlere gönüllü olmuş, bunu da bir süre lâyıkıyla yerine getirmişti. Ama bu çatı altında yaşamaya devam etmek istiyorsa bundan daha fazlasını yapması gerekiyordu.

Harton yaşamak için gündüzü değil, geceyi seçmişlerin meskeniydi. Güneş bu şehrin üstünde fazla oyalanmaz, karanlık çöktüğünde de burada dost düşman birbirine karışırdı. Tehlikeli bir ilişkiler zincirinin orta yerinde duruyordu Almarond Hanesi. Burada ilim ve irfan kadar, kılıçlara da ihtiyaç vardı.

Zulkhir burada konuşmayı, düşünmeyi ve dövüşmeyi öğrendi. Kılıçta edinmeye başladığı hüner kadar, güçlü tonu ve bakışları da hane işlerinin yürütülmesinde önemli rol oynayacaktı. Ve bir de, yüzünde taşıdığı cehennem mirası...

İblis çocukları dünyaya Escova’dan, o şehrin tam kalbi sayılan Kubbe’den yayılmıştı. Yanımızda iyi giyinen, iyi konuşan ve korku duymayan bir tiefling’in olması, hasımlarımızın üzerine Escova’nın Meclis’inin gölgesini düşürmenin bir yolu olacaktı. Bu düşünceleri Zulkhir’le paylaşmamıştım elbette, bilmesine gerek yoktu. Belki de kötü olan anılarını ona hatırlatmak istememiştim. Benim bu oyunu iyi oynamam yetecekti. Birlikte çok şey kazanabilirdik.

Öyle de yaptım. Zulkhir’in Meclis tarafından arandığını, ve bu kararımın beni onlarla burun buruna getireceğini bilmeden...



Zulkhir’in bizim çevrede tanınmaya başlamasından bir mevsim kadar sonraydı. Sessiz gecede kapımız çalındı. Karanlıkta giriş izni bekleyen kişi, kara püsküllü zırhıyla bir Shadaarî Muhafızıydı.

Shadaarî’ler Meclis’in fedaileri, dedektifleri veya casuslarıydı. Eğer bir yerde onlardan varsa, Escova’nın yakın takipte olduğu çok önemli bir konu da var demekti. Hafif kambur görünen adamı içeri buyur ettim. Konunun Zulkhir’le ilgili olacağı kesindi.

Parlak ışıkta yüzünü daha net görmeye başladığım muhafız konuştu: “Escova kanunlarına göre cezası ölüm olan bir suç işlediniz”. Bir terslik kokusu alan Grex, içerideki kapılardan birinin eşiğinde belirdi. Muhafız konuşmaya devam etti: “Meclis’in ölüme mahkûm ettiği birini evinizde barındırıyorsunuz. Buraya onu almaya geldim, ve bugün merhametli bir günümdeyim.”

Bu kaba muhafıza iyi bir ders vermek niyetindeydim, ama bu sırada Grex gürültüyle yere düştü. Az önce ayakta durduğu yerde, sebepsizce yere yığılmış gibiydi. Dostumun sırtüstü serilmiş bedenine hayretle bakarken, ben de önünde durduğum koltuğun üzerine bir çuval gibi yığılıverdim.

Muhafız bize büyü yapmış, etkisiz hâle getirmişti. O emir kullarıyla birlikte evin derinliklerine nüfuz ederken, bize verdiği felç de damarlarımızda aynı şeyi yapıyordu. Bağırmaya, çırpınmaya çalıştım ama ne bir ses, ne de bir kıpırtı oldu. Hâlâ açık olan bilincim haricinde, vücudum iflas etmişti. O korku dolu anlarda, Zulkhir’in olanları önceden anlamasını ve bir an önce sıvışmasını ummaktan başka hiçbir şey yapamamıştım.

Zulkhir ise tabanları çoktan yağlamıştı. Muhafızlar uzunca bir süre evi arayıp onu bulamadıklarında ne kadar öfkelendilerse, ben de o kadar hayrete düşmüştüm. Kara pelerinliler bir açıklama isteyecekti, ama cevaplar ne yazık ki (ve iyi ki) bende değildi.

Püsküllülerin beni çembere aldığı bir aylık dönemde, Zulkhir’in de kim olduğunu öğrenmiş oldum. Çok gençken Kubbe’nin altındaki koridorlarda ve kemerli balkonlarda yürümüş birisiydi o. Escova’ya dadanan cehennem lordu Restahxa’nın melez çocuklarından biriydi. Yolsuzluğa, yozlaşmaya ve kana bulanmış davalarına ortak olmak istemediği için Ateş Denizi’ne sürgün edilmiş, sonra da bir yolunu bulup bu korkunç cezadan kurtulmuş, buralara kadar kaçmıştı.

Ve şimdi de özgürlüğün yeni başkenti Anroth’a yelken açmıştı.

Veloth Almarond
Belirli bir noktadan sonra artık geriye dönüş yoktur. İşte bu noktaya erişmek gerekir.
Franz Kafka