Gönderen Konu: Seyir Defteri  (Okunma sayısı 3679 defa)

Kharnos

  • Hancı
  • - 19 -
  • İleti: 658
Seyir Defteri
« : May 27, 2015, 15:56:59 »


Seyir Defteri - I. Bölüm

Anroth...
Bu şehirde; temiz giysiler yerine gölgeleri giyinen, sözler yerine sessizliği konuşan, oyun oynayacakları zaman bile ellerini çamura değil, karanlığa bulayan çocuklar vardır. Başları aydınlığa ermiş onca parlak suretin ayaklarının dibinde dolaşır, çoğu zaman fark edilmezler. Çünkü; pahalı avizelerin altında duranlar, başlarını eğip de onlara bakmaz.

Şehrin gözden uzak, daracık bir sokağında bir evleri vardır. Güneş parıldarken kabuğuna çekilir, gün batarken ise yavaşça gerinir. Zaman gelmektedir. Bu ev geceleyin, masalarda küçük ifritler dans ederken güzeldir. Tıkırtı ve fısıltılara kimi zaman akortsuz bir melodi eşlik eder. Müzik ağır ve derindir. Ruh halinize göre; fısıltılara, uykulara veya uzunca bir yolculuğa davet eder. Ne mutlu ki eski ahşap salon, güneşi batmışların güvenle sığınabileceği gölgelerle doludur.

Öylesine bir han değildir burası. İçerinin havasını bir kez alan yolcu bunu hemen anlar. Yine de burayı özel kılan şey gölgelerde saklıdır. Gerçeği herkes bilmez, zira bazı sırlar herkese verilmez. Çünkü veren kadar, alan da yükü sırtlanır.

Kalfa
Hanın kapıları kapatılıp da herkes ortadan kaybolduğunda, geriye sadece kalfa Rom kalmıştı. Onu sık sık görüyordum. Rıhtımda, gemilerin gölgesindeki hengamede öylesine geziniyordu. Hatta onu bir keresinde Dalgadöven'in güvertesinde, bir başka seferde de Dipsiz Fıçı tayfasıyla kafayı çekerken görmüştüm. Galiba teselli arıyordu, ama bu şekilde bulamazdı. Saklambaçta yumarken arkadaşları kaçıp gitmiş olan bir çocuk gibi görünüyordu. Karanlıkta ve yalnız...

Bir gün onu Pala'ya davet ettim. "Yemek de içkiler de benden!" dedim. Güldü. Orta yaşlı kalfa ser verir, sır vermez. Lâkin içmeyi pek sever. Acaba ağzından laf alabilir miyim diye düşünüyordum. Meğer onun da birileriyle konuşası varmış.

"Rüzgârlı, kapkara bir geceydi." dedi. "İçeride yalnızdım. Kapı ansızın açıldı. Gelen oydu."

Kharnos'tan bahsediyor olmalıydı. Han kapısına kilit vuran kişi oydu. Duymayan kalmamıştı.

"Üzgün, yorgun, adeta çökmüş görünüyordu. Sanki bir günde on yıl daha yaşlanmış gibi."

Son yudumlar için kupalar hafifçe tokuştu. O ara üçüncüyü bitiriyorduk. Barmen harekete geçti. Rom devam etti:

"Bir terslik olduğunu anlamıştım, ama farklıydı. Sormaya cesaret edemediğim türden bir şeydi. Gözlerim bile kaçamak davranıyordu. Sorgu sual etseydim, her şey daha da çirkinleşecekti."

"Gidiyoruz dedi sadece, ve ben onu dinlemekle yetindim. Sanki bu anın yaşanacağını önceden biliyor gibiydik. Yıllar geçmiş ve o uğursuz gün sonunda gelmişti."

İşte o an, Rom'un koca gözlerine bir gölge düştü. Bira kupasını kafaya dikişinden de belliydi bu. Bakışların arada sırada böyle kaçması gerekir.

Zavallı adamcağız.

Usta
"Aramil bir süredir görünürlerde yok. Uzunca bir süredir hem de..." Ustasından bahsederken, Rom'un sesi titredi. "Ondan hiç haber yok. Bu iyiye alamet değil."

Son aylarında, Kara Miğfer Hanı'nın bütün işlerine Rom tek başına koşturmuştu. Elfin nerede olduğu sorulduğunda "İşleri yoğun, yakında gelecektir!" diyordu. Lâkin, günler geçtikçe yüreği daha çok kararıyordu.

"O... geri dönemiyor. Bilinçli olarak buradan uzaklaşmaz. En azından, bu kadar uzun sürmez."

Bu cümlenin ardından, masaya bir sessizlik çöktü.

Gün batıyordu. Bir zamanlar, ufuklar kızıla büründüğünde "Anroth'ta sarhoş olmak için en güzel zaman!" diye coşardı karşımdaki adam, eski bir bar tezgâhının arkasından. Yazık... Ne o bar tezgâhı vardı artık, ne de o günbatımı müdavimleri.

"Daha önce de oldu. 1485 yılında, aşağılık bir adam tarafından alıkonuldu."

İşte bunu hiç hatırlamıyordum. Tam kim olduğunu soracaktım ki:

"Aylar boyunca, zincirli bir topuzun ucunda zorla yürüdü." diye bitirdi Rom.

"Zincirli topuz" beni durdurdu. Düşündüm. Hatıralarımda bununla ilgili bir şey vardı, bundan emindim. Ne olduğunu ise bulup çıkarmam gerekliydi. Biraz daha içtim. Gözlerim uzaklara gitti. Anroth rıhtımının ardına, denizlerle kaplı ufuklara... Yıllar öncesine...

Onu; beş yıl kadar öncesinde, Etheron Adası açıklarında Pandora'ya borda etmeye çalışmış olan bir sefiller grubunun tam ortasında buldum.

Tabii ki... Nasıl unutabilirim?

Kardeş
1485 yılının bahar aylarıydı. Pandora adlı ticaret gemisinde çalıştığımız dönemdi. Anroth'tan demir alacak ve Harton'a doğru yelken açacaktık. Gemi, büyük şehrin pazarlarını şenlendirecek binlerce malzemeyle doluydu. Bütün hazırlıklarımız tamamdı. İşin içinde bir tuhaflık olmasa, öğle vaktinde gemiyi limandan çıkaracak, batıdan esen rüzgâra yaslanacak, şarkılar söyleye söyleye gidecektik.

Ayrılacağımız günün sabahında, Basamaklar'da kahvaltı ediyordum. Mürettebatımızın genç üyelerinden Rath beni orada buldu. Geminin kaptanıyla konuşmak isteyen birisi varmış. Rath da adamı alıp doğruca bana getirmiş. Onun bu hareketi beni kızdırmıştı. Her isteyeni bana sormadan, paldır küldür getireceklerse işim zordu. Üstelik kahvaltımın orta yerinde.

Belki de bir tuzaktı bu. Bu şehirde, Abnus'u kalleşçe şişlemek isteyen kişilerden birkaçı hâlâ yaşıyordu. Kısılmış gözlerimi kapıya, misafirimin birazdan içeriye gireceği noktaya çevirdim. Önümde kavuşturduğum ellerimden birisi, mavi gül işlemeli kılıç kabzasıyla buluşmaya hazırdı. Rath adamı içeriye alırken derin bir nefes aldım. Eski çizmelerim korsan dansı için pozisyon aldı.

Ziyaretçim, çok geçmeden Basamaklar'ın giriş kapısında belirdi. Onun yaklaşmasını izlerken, yüz hatlarını seçmeye çalıştım.

Gelen; genç mi yoksa yaşlı mı olduğunu anlayamadığım, uzun boylu birisiydi. Sarı saçları parlak ve taranmıştı. Orman yeşili bakışlarında derin anlamlar vardı. Kendimi birkaç saniye boyunca o gözlerden alamadığımı iyi hatırlıyorum. Sonunda selamlaştık ve karşılıklı oturduk.

Önce kendini tanıttı. İsmi Elros'tu. Sonra da laf kalabalığı yapmadan konuya girdi. Belli ki beni önceden tanıyordu ve benden bir ricada bulunacaktı. Ellerimi önümde kavuşturdum, arkama yaslandım ve dinlemeye başladım.

Ne yalan söyleyeyim, heyecanlanmıştım. İçinde serüvenin, yeni bir keşfin veya biraz altının olduğu bir teklif beklemiştim ondan. Fakat onun ilk kelimelerini duymak bende hayâl kırıklığı yarattı. İstemeyerek de olsa yüzümü ekşittim. Benden istediği şey; fevkalâde sıkıcı olmasının yanı sıra, zaten olanaksızdı.

Elros, bugün öğleden sonra demir alması gereken Pandora'nın en azından bir sonraki şafağı beklemesini istemişti benden. Lâkin bu hayatta; ne kadar tatlı dilli olursanız olun mümkün olamayacak şeyler var. Onu üzmek durumundaydım. O da; onu dinlerken yüzümün aldığı hâlden anlamıştı bunu.

İşte tam o anda, bana hayatımın sırrını verdi. Çocukluğumdan beri masallarıyla büyüdüğüm, hayâliyle yaşadığım, peşinde yıllarımı harcadığım, fakat hiçbir zaman ulaşamadığım o şeyi fısıldadı kulağıma.

Hayatta bazı anlar vardır. Yaşattığı heyecanı ve büyülenmişlik hâlini, hayatınız boyunca bir kez daha bulma şansınız olmayabilir. Hayatımda ilk defa; Denair'deki Mercanlar Mağarası'nın en derininde, sihirli ışıklarla suya daldığımız o gece böyle hissetmiştim.

Ve Elros şimdi bana ikinciyi vaat ediyordu.

Rica
Ardımda bitirilmemiş bir kahvaltı tabağı bırakarak, Basamaklar'dan hızla ayrıldım. Merdiveni bitirip güneye döndüm, ucuz hanların önünden geçtim ve rıhtıma vardım. Dev gemiler, balık kokusu, kıyıya çarpan dalgalar, bağırıp duranlar, telaşla iş yapanlar... Her şey olağan görünüyordu.

Pandora'nın, evimin güvertesine çıktım. Bir-iki küçük tezahürata minnetle karşılık verip hemen pupaya yöneldim. Kaybedecek zaman yoktu. Küçük dürbünü çıkardım ve Anroth açıklarını, ardında Harton'un bulunduğu doğu ufuklarını izlemeye koyuldum. Denizde sükûnet, gökyüzünde de parlaklık hakimdi.

Dürbünümü önce kuzey açıklarına, sonra da güneydoğuya, Fırtınalar Denizi yönüne çevirdim. Gördüğüm şeyler gerçekten de garipti. Lâkin; nelerin döndüğünü anlayabilmem için önce dakikalarca bakınmam, sonra da mizana direğine tırmanmam gerekecekti.

En yukarı çıktığımda rüzgâr öyle sert vurdu ki, beni neredeyse devirecekti. Toparlandım. Bir kolumla direğe tutunup, küçük dürbünümle ufukları izlemeye devam ettim. Saatlerdir uykuda olan o mavi düzlük, sanki birileri onu rahatsız etmişçesine çalkalanmaya başlamıştı. Çok uzaklardan bir gümbürtü duyar gibi oldum. Kuzeydoğu ufku üzerinde gri bulutlar birikiyordu. Bu taraflara gelmeden önce iyice siyahlaşmak niyetindeydiler. Güneydoğu yönünde de durum hemen hemen aynıydı.

"Bu da ne?" dediğim anı dün gibi hatırlarım.

Sırada rıhtım boyu dizilmiş gemiler vardı. Önce, kıpırdayan suyun içerisinde hafif bir dansa başladılar. Gacırtı ve çatırtılara bağrışmalar karıştı. Bütün gemilerin güvertelerinde, beklenmedik bir fırtınanın telaşı başladı. Bizim mürettebat da tıpkı çalışan karıncalar gibi hareketlendi. Sonra, Pandora ile sancak yönünde bağlı olan Denizatı hafifçe çarpıştılar.

Bu önemli bir çarpışma değildi. Böyle şeyler zaman zaman olur. Lâkin, gemideki herkesin bir an için o yöne bakmasına sebep oldu. Çocuklar aşağıda geminin bordasını kontrol ederken, ben de direklerin durumunu inceledim. Derken...

...onu gördüm.

Kızgın Adam
Hani gözleriniz garip bir şeye takılır ya... Neye baktığınızı ilk etapta anlayamaz, şaşkın bakışlarla izlersiniz. Ta ki ona bir anlam verene kadar. İşte öyleydi.

Gemi direklerinin ve halatların arasındaki boşlukların ardında; arkaplanda zar zor görülebilen Anroth silüetinin içerisindeydi. Bakımsız çatıların orta yerinden yükselen bir kulenin zirvesinde... Neye hizmet ettiğini herkesin bildiği, lâkin hiç kimsenin kapısına dahi yanaşmadığı o yerin en tepesinde... Orada öylece, sert rüzgâra hiç aldırış etmeden, kıpırtısızca duruyordu.

Gariplik garipliği doğurmaya başlamıştı. Dürbünümü hemen o noktaya sabitledim, zira cevaplar tam karşımda duruyordu.

Denizaşırı ufuklara asa kaldırmış bir adam... Gelen fırtınanın ilk esintilerini coşkuyla kabul ediyor, sanki onunla konuşuyordu. Evet... adam mırıldanıyor, konuşuyor, haykırıyordu. Asasını sert bir hareketle kule taşına vuruşuna şahit oldum. Aynı anda Anroth açıklarında bir gümbürtü koptu. Bir sarsıntı olmuş muydu hatırlamıyorum ama ses öyle güçlüydü ki, kendimi balkonun zemininde buldum. Kulaklarım çınladı. Başım döndü. Doğrulmayı başardığım zaman, dürbünümü yeniden denize ve ufuklara çevirdim.

Gördüğüm manzara, beni dehşete düşürmeye yetmiş de artmıştı.

Anroth açıklarında kara bir tiyatro perdesi, gürültüyle kapanmaktaydı.

Fırtınanın kendisi değildi beni korkutan. Denizlerde ve okyanuslarda otuzbeş yılım vardı benim. Açık denizde, o an yaklaşmakta olan romantizm rüzgârından daha büyük şeyler var. İnsanın mücadele etmekten aciz olduğu, çılgın şeyler... Ölümle en az yüz kere burun buruna gelmişliğim; ve bunların en az doksan tanesinde oradan saatlerce geri dönememişliğim var.

Lâkin; insan eliyle çağrılmış olan bu kara şeytanlığın ardındaki bilinmezlik de beni aynı ölçüde korkutuyordu. Her şey; Pandora öğleden sonra demir almasın, geceyi beklesin ve bunun için meşru bir sebep olsun diyeydi. Sahnelenen oyunu izlemekten başka çaremiz kalmamıştı.

Bir şey daha vardı elbet. Eğer bir dürbünüm olmasaydı, kızgın adamın ne yaptığını anlayamayacaktım. O dakikaları böyle korkulardan uzakta geçirecek, benden istenen şeyin Elros için ne kadar önemli olduğunu da hiçbir zaman kavrayamayacaktım.

Araf
"Fırtına!" diye feryat eden mürettebatı acilen rıhtıma indirdim. Çocukların bütün keyfi kaçmıştı. Nasıl kaçmasın ki? Birisi yaşlı annesini evde yalnız bırakıp, bir diğeri sevgilisiyle vedalaşıp geliyor. Bir yaya gerilen ok gibi hazırsanız eğer, o an fırlamanız gerekir. Zira; işi "gitmek" olanlar için, hazır durumda olmak bazen çok zordur.

Lâkin, bizim seçim şansımız yoktu. Bir sonraki şafağa kadar rıhtımdaydık. Ardımızda bıraktığımız yuva ile, bir an evvel yelken açmak istediğimiz denizlerin tam ortasında. İkisini de yakından gören, ama ikisinin de içinde olamadığımız o buruk noktada.

Eski iskele tarafında, ucuz ve yıkık dökük bir mêkan olan Son Hudut'ta vakit geçirmeye karar verdik. Aslında ben daha iyi bir yere gitmeyi önermiştim, ama çocuklar hep bir ağızdan "Korsantaşı oynayalım!" dediler. Böylece soluğu orada aldık. Çok değil, bir-iki saat içinde mürettebatın neşesi yerine geldi. Korsantaşı heyecanlıdır. Ben ise oyunla alâkadar değildim. Hudut'un yaşlı işletmecisi, eski denizci Droog ile vakit geçirmekteydim. Açıkçası, pek eğlenecek bir durumda değildim. Hava karardıkça içimde bir huzursuzluk büyüyordu. Korku değil, daha çok mide bulantısı gibi bir şeydi. Dikkatimi dağıtıyor, beni içinde bulunduğum ortamdan alıkoyuyordu. Bu yüzden Droog'u seçmiştim. Ne de olsa hep aynı şeyleri anlatır, ve dinleyip dinlemediğime de bakmaz.

Gemi tayfasının haberi yoktu elbet. Yumuşak bir hava veya yıldız manzarası izleyeceğimiz bir gökyüzü değildi beklediğimiz. Gecenin bana söylenmemiş olan bir saatinde, gemiye beş tane adam alacaktık. Ne hikmetse; bütün şehri uyuttuktan sonra sinsi sinsi rıhtıma inmiş olan, sürekli arkalarını kollayan ve fısıldayarak konuşan beş tane adam...

Ne o? Yoksa koca Abnus, el birliğiyle koruma altına alınan beş tane adamdan mı korkuyor? Üstelik kaderleri, yelkenler açıldığı andan itibaren benim ellerimde olacakken?

Geldiklerinde keşke onları bir görebilseydiniz.

Beş Adam
Adamlardan bir tanesi -ki ay ışığı altında en çok dikkatimi çeken buydu-, parlak bir zırh ve pahalı olduğunu açıkça gördüğüm kürkten bir pelerin giyiyordu. Temiz sarı saçları, pürüzsüz bir teni ve gençliğin ateşine sahip mavi gözleri vardı. Ve tabii o ateşle oynayan kişinin gırtlağına çökecek olan, keskin bir de kılıcı... Lâkin, tehditkâr görünüm konusunda yanındakilerden öğrenecek çok şeyi vardı bu genç adamın.

İkincisi; hırpani görünümlü, iri yarı ve güçlü kollara sahip birisiydi. Onun bir yarı-ork olduğunu hemen anladım. Gözlerinde belli belirsiz bir derinlik olmasa yüzüne bakmayabilirdim, ama saniyelerce onun çehresini izledim. Çünkü o bakışların ardında Ölüm'ü görür gibi oldum. Ölüm'ün içinden gelen, veya ölüm veren birisi... Yüz ifadesi acıyla çevrelenmişti. Uzun bir yay taşıyordu ve tepeden tırnağa silahlıydı. Hakkında ne düşünüldüğünü umursayan cinsten de değildi.

Bir diğeri; sinsi bir duruşa, koyu renkli tırnaklara ve soluk soluk parıldayan gözlere sahipti... Yüz hatları sertti.  Teni parlak, yer yer benekli veya pullu gibiydi. Uzaktan insan gibi görünüyordu ama yakından bakınca buna pek ikna olamamıştım. Bizim kullandığımız türden ince bir kılıç ve sanırım birkaç silah daha taşıyordu. Ayrık Deniz'in Escova'sında bu ırkın mensupları çoktur derler. Lâkin ben onlardan birisini ilk defa görüyordum. Temkinliydim.

Git gide garipleşiyorlardı.

İçlerinden bir diğeri, selamlamayı ve konuşmayı yapan olmasına rağmen o gece yüzünü en az görebildiğim kişiydi. Açıkça karşıma çıkmış olmasına rağmen, diğerlerinden daha cılız olması haricinde fazla detay vermiyordu. Vücudunu izleyemeyeceğim kadar yakında tutuyor, yüzünü ise daima kukuletasının gölgelerinde saklıyordu. Bana verdiği şeyler; ışığın altında seçilen sivri bir çene, ince dudaklar, zarif elmacık kemikleri, derin bir ses tonu ve işçilikli bir kılıç kabzasıydı, ki istemese sanırım onları da vermezdi.

Ve beşinci adam... Kendini kan rengi örtülere bürümüş olan... Kara kara parlayan tam takım zırhının altında derin derin nefes alıp veriyor, bakışları insan yüreğini delip geçiyordu. Zırhında oklara benzeyen bir arma vardı. Onun bir savaşçı mı yoksa bir fedai mi olduğunu pek anlayamamıştım. Lâkin her kimse, diğerlerinin üzerinde büyük bir etki sahibiydi. İnsanda olamayacak bir özgüven ve inanmışlıkla hareket ediyordu. Bu da onu korkunç yapıyordu.

İşte bu son adam, hiç saklamadan sergilediği devasa bir zincirli topuz taşıyordu.
Belirli bir noktadan sonra artık geriye dönüş yoktur. İşte bu noktaya erişmek gerekir.
Franz Kafka