Sürgün
“Haberler kötü.” dedi iri yarı, esmer göçebe, haber güvercininin henüz ulaştırmış olduğu küçük nota bakarken. Derin bir iç çekti, ve hiddetle parlayan gözlerini ani bir hareketle batı ufuklarına çevirdi.
“Çatışma mı?” diye sordu, kum renkli örtülere bürünmüş olan diğeri. Doğası gereği fazla konuşmaz, soru da sormazdı ama Azair’in karşısındayken bu durum genelde değişiyordu.
“Bu sefer çok ileri gittiler!” diye gürledi esmer savaşçı. Hızlı hızlı nefes alıp verirken, kızıl renkli pelerini yükseklerden esen rüzgârda seri hareketlerle dalgalanıyordu. “Shadaari Muhafızları Kızıl Salon’a girmişler.” dedi, derin ve eski bir nefreti kusarmışcasına. “Bu... olamaz!”
Ghared, rüzgâr şiddetini artırırken kum renkli örtülerine daha da sıkı sarındı. Bir şeyler söyleme ihtiyacı hissediyordu ama adeta dili tutulmuştu. Çöl gözcüsünün bildiği bütün kelimeler, çöl fırtınalarında yıllar boyunca oradan oraya savrulmuştu. Ama öyle olmasaydı bile, bu haberin karşısında insanın zaten dili tutulurdu.
“Kara pelerinliler, en az yirmi Vythica Muhafızı’nı kutsal salonumuzdan zorla alarak Kubbe’ye götürmüşler.” diye sözüne devam etti esmer savaşçı. “Kardeşlerimden günlerdir haber yokmuş. Zindan, işkence, ya da öyle bir şeyler işte! Geri kalanını okuyamadım!” Öfkeden çılgına dönmesine saniyeler kalmış olan genç muhafız, kızgın kumların üzerinden Escova’ya doğru koşmamak için kendini zor tutuyordu. Mızrağını aldı, yıkık kalenin açık ve tozlu avlusunu bir o yana, bir bu yana kat etmeye başladı.
“Bu, savaş demektir!” diye gür bir nokta koydu, sertçe durup kum pelerinli arkadaşı ile göz göze gelirken.
“Yoldaşım...” diye söze girdi çöl gözcüsü. Olan biteni henüz tam olarak idrak edememiş bir adam gibi sakin davranıyordu. İçinden esmer savaşçıya “Sakin ol!” demek geldi, ama bundan derhal vazgeçti. Kızıl pelerinli Azair sakin falan olamazdı. “Başka bir haber?” diye sorabildi sadece, cümleyi alelacele seçerek.
Azair, bir süre boyunca arkadaşının gözlerine tuhaf tuhaf bakmakla yetindi. “Hayır.” dedi uzun bir bekleyişin sonunda. “Bundan daha kötü ne olabilir? Türlü senaryolarla hepimizin ayağını kaydıracaklar. Lanet olsun onlara!”. Uzun savaş mızrağının keskin ucu, sonuna kadar kumlara saplandı.
“Azair...” dedi kum adam, ayağa kalkıp örtülerinin tozunu silkelerken. Şimdi daha ciddi ve duruma odaklanmış görünüyordu. “Meclis, kızıl muhafızların burada ne yapmakta olduğundan haberdar mı?”
“Korkuyor musun?” diye iğneledi genç Vythica Muhafızı, çöl esintisinde savrulmakta olan öfkesini çöl gözcüsüne doğru yönelterek.
Ghared’in kaşları aniden çatıldı. “Korkmak mı?”
İşi gücü çöl akıncılarına ve vahşi canavarlara meydan okumak olan bir adamın, gerektiğinde ne kadar sertleşebileceğini denemeye gelmezdi.
“Belki de sen bu duyguyu benden daha iyi biliyorsundur!”
Yüzü kendi geçmişinin kederli hatıralarıyla gölgelenen Azair böyle ağır bir sözün altında kalmazdı belki, ama susmayı tercih etti. Bunu o başlatmıştı. Kızıl pelerinli muhafız sakinleşmeye çalıştı.
“Biliyorsun ki, davanızda sizin yanınızdayım, Azair.” diye belirtti Ghared, daha sakin bir tonda. “Ve eminim ki bütün Kum Adamlar da öyleler.”
Gerginlik kısa sürede son bulmuşa benziyordu.
“Aklından ne geçiyorsa söyle, yeter. Seninle geleceğim. Ama lütfen dikkatli düşün!” diye tamamladı sözünü çöl gezgini.
“Ghared... Kara pelerinlilerin bu hareketi hiçbir şekilde kabul edilemez. Kızıl Salon’da hâlâ yeterince muhafızımız varken, Kubbe’yi yeniden kuşatmalıyız. Bu adaletsizlik artık son bulmalı!”
Çöl korucusu, sessizce yoldaşının sözlerini düşündü. Bir süre sonra bakışlarında oluşan soru işaretleri, esmer savaşçının kara gözleri ile buluştu.
“Bu işin kolay kısmı.” dedi kızıl muhafız. “O... o zehir saçan iblisin artık ölmesi gerek! Eğer kimse yapmayacaksa, bunu tek başıma yapacağım!”
Çöl korucusu merakla sordu: “Sence Kızıl Salon, böyle bir olaya karşı ne karar verir?”
“Emin ol ki hepsi benim gibi düşünüyordur. Çoktan harekete geçmişlerdir bile. Tanrım, orada olmam gerek!”
“Azair...” dedi çöl korucusu, tereddüt ederek. “Vythica Muhafızları Kubbe’yi kuşatabilir. Ama Restahxa’ya ulaşamazlar. Bunu biliyorsun, değil mi?”
“Peh!” dedi bir seksenbeşlik savaşçı. “Bu doğru değil. Ona ulaşabiliriz. Bir avuç Shadaari Muhafızı’ndan korkacak değilim ben!”
Kum adamın kısılan gözleri, şaşkınlıkla esmer savaşçıya kenetlendi.
“Ama onu öldüremeyeceğimiz doğru.” diye bitirdi sözünü Azair, sıkıntılı bir tavırla.
Escova’nın zoraki hükümdarı Restahxa, çok kudretli bir cehennem lorduydu. Ona kılıç, balta veya ateş gibi bilindik yöntemlerle saldırmayı düşünmek resmen çılgınlık demekti.
“Peki ona ulaşabileceğiniz gerçekten doğru mu?” diye sordu kumlara bürünmüş olan.
“Evet! Bunu da yapamayacaksak, ölelim daha iyi kardeşim!”
Çöl korucusu Ghared başıyla onayladı. Esmer savaşçının gözlerindeki inanç ve kararlılık, içini ferahlatmaya başlıyordu. Kum adam, kendini en az onun kadar bu işin içinde ve sorumluluk sahibi varsaymaya başlamıştı. Zihninde Azair’e yardımcı olabilecek bir şeyler aramaya, bu çıkmaz sokağın içerisinde bir çıkış yolu bulabilmeye uğraştı. Birkaç saniyesini kalenin taş avlusunda uçuşan beyaz tanecikleri izlemekle geçirdi. Sonra aniden yüzü ve kaşları havaya kalktı, Azair’e döndü:
“Peki ya Kelûrn kılıcı? Eğer onu kullanmayı denersek, belki...”
“Güzel dedin, gözcü” dedi göçebe savaşçı. “Fakat o kılıç, o lânet Kubbe’nin kimbilir kaç kat dibindedir? Hangi köşesindedir? Ona ulaşana kadar ne badireler atlatmak gerekir? Bunu hiç düşündün mü?”
“Kadim Kelûrn kılıcının Kubbe’nin neresinde muhafaza edildiğini bilmiyorum.” dedi kumlar içerisindeki adam, ses tonu umutsuz değildi. “Yerini bilmiyorum, ama bilmesi gereken bir kişi tanıyorum.”
Azair,’in ilgisi, bu şaşırtıcı iddianın üzerine çekildi. “Kim? Nerede?”
“Kendisi Hırsızlar Loncası’nın tehlikeli adamlarından birisidir. Ve şu anda çölde saklanıyor.” dedi kum adam, bir suçlunun yerini henüz yeni açık ediyor olmaktan dolayı rahatsızlık duymayarak. Kum Adamlar bağımsızlardı, ve adalete hizmet etmek gibi bir zorunlulukları yoktu.
“Hıh” diye surat ekşitti kızıl savaşçı. “Bir gün de işimiz o hergelelere kalmasa, bu mesleği bırakacağım. Sözünü ettiğin adam... Onun kılıcın yerini bileceğine gerçekten emin misin?”
“Oberon...” diye sözü edilen kişinin adını verdi çöl korucusu ve devam etti: “...sinsi ve güvenilmez bir elf. Uzun yıllar boyunca Hırsızlar Loncası’nın en pis ve en zor işlerini üstlenmekle kalmadı, boş vakitlerini de kara büyü ve zihin oyunları çalışarak geçirdi.”
“Konuya gel.” dedi Azair, bütün bu şeytanlıkların birer marifetmiş gibi anlatılmasına oldu olası sinir olmuştu.
“Bu adam, iki yıl önce Jaskan’ın Zeikara fanatikleri ile gizlice masaya oturarak, çok yüksek bir fiyat karşılığında, onlara her daim Kubbe’de bulunmuş olan Kelûrn kılıcını vaat etti.”
“Haha!” diye güldü Azair, Oberon denen adamın mizah anlayışı hoşuna gitmiş gibiydi.
“Fakat bu alış veriş gerçekleşemeden evvel, kara büyü ile alâkadar olduğu meydana çıkınca, Meclis tarafından sürgün cezası alarak çöle gönderildi. Burada saklanmayı başardığı delikten iki yıldır kafasını çıkaramıyor.”
“Peki, ne belliymiş bu düzenbazın Saren’lilerle kafa bulmadığı? Belki onlara Kelûrn kılıcının sahtesini verecekti?”
“Sen olsan...” diye itiraza girişti çöl gözcüsü, “...yıllar önce Escova’da hükümdar ailenin bütün fertlerini katletmiş olan bu gözü dönmüşlerle kafa bulur muydun?”
Azair, yoldaşının dikkat çektiği nokta üzerinde düşündü. Ghared’in haklılık payı vardı.
“Oberon çok sinsi ve tehlikelidir, dostum Azair” diye vurguladı çöl korucusu. “Eğer onlara Kelûrn kılıcını vaadettiyse, yerini gerçekten biliyordur. Çünkü aksi halde bunu dinlerine hakaret sayıp, onun da kellesini alırlar.”
Azair bir süre Kalzath Kalesi karolarının ince kumlu yüzeyinde gezindi. Başı önünde, elleri arkasında, dakikalarını düşünmek ve kurgulamakla geçirdi. Çizdiği çembere ağır ağır devam ederken ilgiyle sordu: “Bu adam çölün neresinde saklanıyor?”
“Yanına iki matara su, ve bir de şu mızrağını al dostum.” diye önerdi kum adam, kışkırtırcasına. “Oraya giden yolu hiç sevmeyeceksin”.
Azair, bu cümleye dudağının kenarıyla gülmekle yetindi.