Başlangıç
III
Kendini bir Assarin rahibi olarak tanıtmıştı Lethis. Bu sıfat çocuğa bir şeyler ifade etmekten hâlâ uzaktı, ama artık umursadığı da yoktu Gabriel’in. Rahibin peşi sıra, göletten kuzeye doğru ayrılan patikanın yolunu tuttu. Vadinin içerisinde, yeniden gürüldemeye başlayan Ilirris’in üzerine kurulmuş köprüleri kullanarak yarım saat boyunca ilerlediler. Daha sonra rahibin bildiği bir gizli geçidi ve birkaç patikayı kullanarak, kısa zamanda oldukça yükseklere çıktılar. En sonunda, çevresi yeşil ve verimli olan bir açıklığa vardılar. Az ilerideki ağaç kümesinin gölgesinde duran sade ahşap kulübe, rahibin evi oluyordu. Burası vadinin içerisine oldukça hakim bir noktaydı.
“Görüyor musun, küçüğüm?” diye işaret etti rahip, vadinin kuzeyinde kalan inanılmaz yükseklikteki şelaleyi göstererek. “Etkileyici, değil mi?”
Gabriel, rahibin parmağını izleyince bir süre kuzeydeki manzaraya bakakaldı. “Evet, Bay Lethis." dedi gözlerini şelalenin muazzam yüksekliğinden ve köpüren sularından ayırmadan. "Ben burada bir şelalenin olduğunu bile bilmiyordum.”
“Öyleyse, benimle gelmene bir kez daha sevindim. Haydi içeri geçelim.”
Rahibin evi oldukça sade eşyalara sahip, temiz ve derli toplu bir yerdi. Gabriel rahibin ardından içeriye girip salona şöyle bir göz gezdirdi. Bu sırada burnuna hoş bir esansın zerrecikleri temas etti. Geniş salonun içerisini yavaş yavaş adımlarken gerginliği azaldı. Şelalenin o hafif uğultusu ve içerideki o büyülü koku sayesinde, çocuk çok geçmeden sanki tatile gelmiş gibi rahatladı.
İkili, çanta ve bohçalarını eve yerleştirdiler. Gabriel temizlenip kurulanmakla meşgulken, rahip de yahni için sebzeler, baharatlar ve bir miktar tuzlanmış et çıkardı. Evin önündeki açıklığın korunaklı bir yerinde küçük bir ateş yaktı, ve ikili beraberce yemeği pişirdiler. Gabriel, Adia’da geçirdiği hiçbir akşamda böylesine bir huzur ve mutluluk hissetmemişti. Bu doğa harikası yerde yalnız, özgür ve bir kuş kadar hafiftiler. Herhangi bir şey için yardımlaştıkları anlarda, iki eski dost gibiydiler.
İkili fazla oyalanmadan yemeğe oturdu. Gabriel, ağzının suları aka aka pişmesini beklediği yahniyi koca koca lokmalarla yutarken, yemeğini küçük parçalar halinde, yavaşça yiyen rahip de aralarda söze girmeye başladı.
“Gabriel, söyle bana. Yaşadığınız yere silahlı adamlar geliyor mu hiç? Ya da tekinsiz görünen adamlar?”
O anda birşeyler çiğnemekle meşgul olan çocuk, gecikmeli olarak cevap verdi. “Köye arada sırada Rodan’lı askerler gelirler. Bir şeyler yer, içer, sonra da giderler.”
“Köyden bahsetmiyorum. Yani evinize, ilaçları ve merhemleri hazırladığınız yere demek istiyorum. Hiç geliyorlar mı?”
Çocuk biraz düşündü. “Bir keresinde köyden olmadığını bildiğim bir adam, bir ilaç almaya gelmişti. Ama silahı var mıydı pek emin değilim, çünkü ustam o gelir gelmez beni dışarı yollamıştı.”
Lethis kafasını onaylarcasına salladı. “Peki, seni neden yollamıştı?” diye sordu. Yüz ifadesinden pek bir şey anlaşılmıyordu.
“Hatırlamıyorum, ama muhtemelen önemsiz bir şeydi. Belki de yalnız kalmak istemişlerdir.” diye cevapladı Gabriel.
“Anladım.” dedi rahip, düşünceli düşünceli. Bir süreliğine yemeğine döndü, çocuğa da karnını iyice doyurması için biraz fırsat verdi. Aslında çocuğa sormak istediği pek çok şey vardı, ama onun gözünü korkutmak istemediği için sorularını şimdilik kendine sakladı.
“Bir dakika...” dedi Gabriel aniden, ağzındaki eti çiğnemekten vazgeçerek. Rahibin meraklı bakışları, çocuğun donuk mavi gözleriyle buluştu.
“Bir keresinde bizim tezgâhın üzerinde deriden, silindirik bir kılıf görmüştüm. İçinde okları andıran tüylü, minyatür çubuklar vardı. Ustaya onların ne olduğunu sorduğumda bana kızmıştı. Ben her şeye burnumu sokuyormuşum.”
Lethis’in kaşları, kulaklarına inanamıyormuşçasına havalara yükseldi, dudakları şaşkınlıkla aralandı. Aceleyle yutkunarak “Bir dakika... Sen ciddi misin?”
Adamın tepkisine anlam veremeyen Gabriel, bunu söylemekle yanlış bir şey yapıp yapmadığını merak etti. “Biliyorum bu dediğim silahtan sayılmaz. Küçücüktü ve daha çok oyuncağa benziyordu. Ama aklıma geliverdi işte.” diyerek toparlamaya çalıştı.
“Bu inanılır gibi değil...” dedi Lethis kısık bir sesle, gözlerini ateşe dikmiş, kaşlarını çatmış, düşünürken.
“Nedir o? Ne oldu Bay Lethis?"
Ateşi besleyen odunlardan birisi çatırdadı, birkaç kıvılcım karanlığa doğru sıçradı. “Zehir yapıyor...” dedi rahip dudaklarıyla, gözlerini ateşten ayırmadan.
Çocuk rahibin ne söylemeye çalıştığını anlamıştı, ya da en azından tahmin etmişti. Ertelenmiş bir korkuyla, yanılmadığından emin olmak için, gözlerini rahibin yüzüne kenetledi. Ve bu konuşmadan çılgınca bir sonucun çıkmaması için dua etti.
Lethis yüzünü kaldırdı, doğrudan çocuğun gözlerine baktı ve sesini gürleştirdi. “Gabriel. Senin ustan zehir yapıyor. Sana göletteki konuşmamızda da anlatmaya çalışmıştım. Kirra çiçeğinin mor renkli kafası zehirlidir. Senin ustan bu zehri çiçekten çıkarmayı ve işlemeyi öğrenmiş. Bunu da, inanıyorum ki, suikastçılara satıyor.”
Gabriel donakaldı. “Bu... doğru olamaz.” Biraz düşündü. Kendini hiç bu kadar kötü hissetmemişti. “Hayır. Bir yanlışlık olmalı.”
Lethis, Gabriel’in itirazını kendi üzerine alınmadı. Çocuğun itiraz etmesi, ustasını koruması olağan bir şeydi. Kendisi de konuyu yeniden değerlendirdi, biraz daha ağırdan almaya karar verdi.
“Gabriel, sana da mantıksız geliyor biliyorum. Ama tezgâhınızın üzerinde gördüğün ve oka benzettiğin o küçük şeyler var ya, işte onlar birer suikast silahıdır.”
Gabriel şaşkınlık içinde rahibe bakıyordu. Yemek için eline aldığı ekmek dilimini elinde unutmuş gibi bir hâli vardı genç çırağın. Rahibin söylediklerinin gerçek olmaması için dua ediyor, hafızasının derinliklerinden bu tezi çürütebilecek bir şeyler bulup çıkartmaya çalışıyordu.
"Bay Lethis... Siz... bütün bunları nereden biliyorsunuz?"
Rahibin gözleri ateşin yansımasıyla alevlendi, sonra alevler aynı hızla söndü. "Ben bir hekimim küçüğüm, bunu unutma. Bu küçük oklarla zehirlenmiş pek çok kişiye tedavi uyguladım."
Rahibin dedikleri kulağa pek mantıksız gelmiyordu. Gabriel düşündü. Eğer Urris ustanın zehir hazırlayıp sattığı doğruysa, ve kendisi böyle iğrenç bir suça istemeden de olsa ortaklık ediyorsa, derhal bir çıkış yolu bulmalıydı. Eğer bu gizli gerçek su yüzüne çıkarsa, Rodan’ın acımasız adaleti sadece ustasına değil, kendisine de uygun bir ceza biçerdi. Bunları düşünmek genç çırağı korkuttu, ve bu korku, onun genç ve ateşli kalbinde bir nefretin filizlenmesine sebep oldu. Hızla büyüyen, gelişen ve düşünce dalgalarının orta yerinde olgunlaşan bir nefret... Ustasının hakaretleri, aşağılamaları ve gizli kapaklı çevirdiği işlere ait hatıralar, ardı ardına zihnine dolmaya başladı çocuğun. Bir ara, zihnini yoran bu düşüncelerden kopup başını kaldırdı ve rahiple göz göze geldi.
“Bir dakika...” dedi genç çocuk. “Peki ya Mella? O ne olacak? Bütün bunlar bir yalan mıydı?”
“Mella mı?” diye sordu Lethis, çocuğun neden bahsediyor olduğunu anlamaya çalışarak.
“Evet. Hani şu size bahsettiğim, çok hasta olan yaşlı kadın. Ustam bana yalan mı söyledi?”
Ellerini ateşin zayıflamaya başlayan alevleri üzerinde gezdiren rahip bir süre düşündü. “Yalan söylemiş olduğunu sanmam, Gabriel.” dedi endişeli gözlerle. “Adia küçücük bir köy. Eğer gerçekten hasta olmasaydı bunu bilirdin değil mi? Bilmesen bile kolayca öğrenebilirdin.”
“Öyleyse ben bu vadide hangi kirli amaca hizmet ediyorum acaba?” diye yakındı Gabriel. Kaşları çatılmış ver bariz bir biçimde öfkelenmişti. Yerden bir taş aldı ve uçurumun karanlığına doğru fırlattı.
“Kirra çiçeği kadının hastalığına iyi gelmez Gabriel. Bu konuda bana inanmanı istiyorum.” dedi rahip. Gözleri daha fazlasını anlatıyordu, ama rahip daha fazla konuşmamayı tercih etti.
“Zaten yaptığı diğer ilaçlar da hiçbir işe yaramadı.” diye belirtti Gabriel, bu sözcüklerinin ardından yeni bir ihtimalle yüz yüze gelirken.
Lethis ve Gabriel, bir süre hiç konuşmadan birbirlerine baktılar. İliklerine işlemeye başlayan soğuk dağ esintisine aldırış etmediler, ateşin sönmek üzere olduğunun ise farkında bile değillerdi. Sonra Gabriel’in gözleri uzaklara, bu karanlıkta hayal meyal görebildiği şelalenin hareketlerine takıldı. Bir süre daha düşündü, ve uzaklara bakmaya devam ederek: “Demek ki ustam onu iyileştirmeyecek, Bay Lethis.” dedi.
Lethis, çocuğun varacağı sonucu merak ettiğinden sessizlik içinde, ama soru soran bakışlarla dinledi.
“Onu iyileştirmeyecek. Onu öldürecek!”
* * *
Ninar'ın altıncı gününün öğle saatlerinde, Adia köyünün batısındaki tepelerde siyah bir nokta belirdi. Köyün en yüksek yerine kurulmuş olan, ve diğer evler tarafından dışlanmışçasına uzakta duran, küçük ve yalnız eve doğru ilerliyordu. Köyün otacısı ve şifacısı Urris'in yaşadığı eve doğru...
Evin kapısı hararetle, gür ve aceleci bir tonda çalındı. Eski tahta kapı çok geçmeden açıldı. Usta ve çırak, evin girişinde gözgöze geldiler. Ustanın zalim kaşları ve memnuniyetsiz dudaklarına, çırağı nefret kusan bakışlarla karşılık verdi. Soğuk bir rüzgâr içeriye doldu, girişteki masanın üzerinde duran ne varsa hepsini yerlere savurdu.
"Seni... Seni sersem, işe yaramaz, baş belası çırak seni!"
Urris genç çocuğu kıyafetinin ensesinden tutup içeriye sürüklerken, ayağı kapı eşiğine takılan Gabriel neredeyse yere düşüyordu.
"Dün akşam burada olman gerekiyordu, sana demedim mi ha çocuk?"
Urris söylene söylene kapıyı kapatırken, Gabriel de kendini topladı. Elini çantasının derinliklerine daldırdı ve beze sarılı olan nesneyi arayıp bularak sıkıca kavradı.
"Çiçeği bulabildin mi bari? Eğer bulamadıysan bunun bedelini ödersin, bunu bil!"
"İşte burada, usta." dedi büzülmüş bir sesle konuşan çırak. Urris, çocuğun kendisine uzattığı eski bez parçasını vahşice kapıverdi.
"Evet, görünüşe göre bir tane bulmuşsun." diye belirtti ihtiyar, zarar görmemiş olan çiçeği bir müddet inceledikten sonra. Gabriel, bu gelişmenin onu biraz da olsa sakinleştirip sakinleştirmeyeceğini merak etti. Lâkin ihtiyarın sakinleşme ihtimali, en az bedeni kadar zayıftı.
"Kırk yılın başı bir işe yaradın diyecektim sana, ama demiyorum, çocuk!"
Gabriel, aksiliğiyle meşhur olan adamı bu sefer neyin kızdırdığını hiç merak etmiyor, durgun bir öfkeyle onun gözlerine bakıyordu.
"Geç kaldın işte! Seni vadiye gezip tozasın diye mi gönderdim ben?"
"Usta..."
"Cevap verme çocuk! Zamanlama konusunda sana ne demiştim ben? Bu getirdiğin şeyi basit bir taş parçası mı sanıyorsun? Sana verdiğim her işi eline yüzüne bulaştırıyorsun. Bilseydim, başkasını gönderirdim."
"Ama..."
"Sen dua et de çiçeğin yaprakları hâlâ taze olsun!" Usta, açıklama yapmak isteyen çırağını dinlemedi. Arkasını dönüp, ilaçların kaynatıldığı ve karışımların hazırlandığı odaya doğru yöneldi. Küçük ve hızlı adımlarla dağınık salonu geçerken hâlâ söyleniyordu: "Bugüne de yetişmez ki bu ilaç. Zavallı kadın belki de senin yüzünden ölüp gidecek!"
Kendini iyi hissetmeyen genç çocuk derin derin nefes alıp verdi, bir yerlere oturma ihtiyacı hissetti. Ayakta durmaya ne gücü, ne de ruhu yetiyordu artık. Pencerelerden birinin dibine sindi, bacaklarını karnına doğru çekti ve kollarını etrafına doladı. Kendi üzüntüsünü ve gerginliğini dindirmeye uğraşırken, gri gökyüzü büyük bir gürültüyle patladı. Yağmur yağacaktı.
Genç çırak, cinleri her daim tepesinde olan ustasından sevgi ve şefkat beklemiyordu. Ama insan bir tas çorba, ya da sıcak bir çay ikram etmez miydi? Ya da en azından, bir hoş geldin demez miydi?
Derken Gabriel, sabrının son kırıntılarının da kaçıp gitmesine sebep olan ve her geçen an daha da rahatsız edici hâle gelen yeni bir idrakın etkisi altında kaldı. Soğuk gözleri ince birer çizgi haline gelene kadar kısıldı, ve ustasının son cümlesi çocuğun aklında tekrar tekrar yankılandı:
"Zavallı kadın belki de senin yüzünden ölüp gidecek!"
Eğer zavallı Mella'yı sağlığına kavuşturamazsa -ki bu ihtimal Gabriel'e göre artık kaçınılmazdı- bu duygusuz adam onu sorumlu tutacaktı! Aşağılık ihtiyar, hem hastalanıp duran bu kadından tamamen kurtulacak, hem de bütün suçu ona atacak, kendisini de aklamış olacaktı. Bu kesinlikle kabul edilemez, son derece haksız ve onursuz bir suçlama olurdu. Gel-gitler yaşayan Gabriel içindeki öfke dalgalarını yatıştırmayı başaramıyordu. Kapana kısılmış bir ruh haliyle ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Buradaki her şey artık midesini bulandırıyordu.
Genç çocuk bir süre sonra ayağa kalktı. Çürümeye yüz tutmuş parkeyi gıcırdatmamaya çalışarak, yavaş ve sessiz adımlarla çalışma odasına doğru ilerledi. Girişin etrafına doluşmuş gölgelere yaslandı, ve sessizce ustasını izlemeye başladı.
Urris, büyük sandıktan çıkardığı malzemelerin neredeyse hepsini çalışma tezgâhına dizmişti. Bakır bir kap, karıştırıcı, tahtadan bir havan, kıldan yapılmış bir süzgeç, çay demliğini andıran madeni pişirme kapları, içinde çeşitli bitkilerin olduğu deri kesecikler, ateşi başlatacak olan kibritler... Ve bir de, çalışma tezgâhının orta yerinde bir inci gibi parıldayan, Urris'e dedesinden kalmış olan madeni bir imbik. Her şey yerli yerinde görünüyordu.
İhtiyar otacı, odanın diğer bir köşesinde bulunan taştan ocağın içerisinde bir ateş yaktı. Ateşin büyümesini beklerken, eldivenli elleriyle Kirra çiçeğini ensesinden sıkıca kavradı. Çiçeğin mor renkli kafasını bıçakla gövdesinden ayırdı, zarif ve hızlı hareketlerle kenarlarını soymaya başladı.
Sonra durdu. Çiçeği gözlerine iyice yaklaştırdı, ve merkezinde olması gereken bir noktayı uzun uzun incelerken mırıldandı.
“Hmm... Garip.”
Gabriel, merakla ustasını seyretti.
“Çiçeğe karşı pek de nazik değilmişsin.” dedi Urris.
Kendi kendine böyle söylendikten sonra otacı ihiyar, çiçeğin mor başlığını beyaz bir disk halini alıncaya kadar soymaya devam etti. Beyaz diskin merkezinden küçük bir şey çıkardı, inceledi, ve yayvan bakır kabın içine attı. Adamın yüz hatlarını inceleyen Gabriel, her şeyin yolunda gitmekte olduğuna ikna oldu.
Çırağı tarafından gizlice izlendiğinin farkında bile olmayan Urris, lacivert Kirra yapraklarını ve deri keseciklerin içinde sakladığı, turuncumsu renklere sahip kökleri de kullandığı hummalı bir çalışmaya girişti. Bu kadar titiz ve detaylı bir mesai görmeyi ummayan Gabriel, elinde olmayarak bir süre dalgın dalgın ustasını seyretti. Urris, taş ocağın üzerine yerleştirdiği madeni kaplardan birinde kökleri kaynatmakla meşgulken, çoktan kaynamış olan diğer kabın içindeki bitki ve yaprak posasını süzgeçten geçiriyor, gözleri sık sık her şeyden çok değer verdiği imbiğine kayıyordu. İmbiğin içinde Kirra çiçeğinin lacivert yaprakları, ve bir de çiçeğin kalbinden sökülmüş olan o esrarengiz, fasulye tanesi büyüklüğünde beyaz parça vardı. O şeyin ne olduğu konusunda Gabriel'in pek bir fikri yoktu, ama artık merak da etmiyordu.
"Çırak! Bir çay demle bakayım. Orada öyle duracağına, bir işe yara!"
Yüzüne tokat gibi vuran bu emirle beraber Gabriel, otacılığın sır dolu dünyasından kovuldu ve yeniden, kendi çalkantılı dünyasının nefret denizlerine düştü.
"Tabii, usta. Hemen hazır edeyim."
* * *
Gabriel son yarım saatini, kor halindeki şömine ateşini güçlendirmek ve kaynayan suya serpiştirdiği çay tanelerinin ruhunu suya vermesini beklemekle geçirdi. Bu süre zarfında çalışma odasından gelen madeni tıkırtılar ve şifa fokurtuları dindi, az önce başlayan hafif yağmurun uğultusu sessizliğin içerisinde daha bir belirginleşti.
Burnu bu konuda pek hassas olmasa da Gabriel, çayın artık hazır olduğuna kanaat getirdiğinde beceriksiz hareketlerle çayı fincanlara boşalttı. Fincanları eski ve kararmış olan tepsiye koyarak dikkatli adımlarla çalışma odasına geldi, ve bir anlığına durarak ustasına baktı. Şifacı Urris’i pencerenin kenarında gördü.
İhtiyar, pencereden gelen yetersiz ışığa doğru havaya kaldırmış olduğu küçük cam şişenin içindeki sıvıya dikkatlice bakıyordu. Şişeyi nazik hareketlerle elinde çeviriyor, kendi kendine mırıldanarak sıvının rengi ve berraklığı konusunda yorumlar yapıyor, kendi becerisine övgülerde bulunuyordu. Adamı korkutmak ve sinirlendirmek istemeyen Gabriel, ustasının dikkati dağılıncaya kadar bekledi.
“Usta... Çaylar...”
“Heh! Sonunda... Gel çocuk. Benim fincanımı şuraya koy. Ben de şurayı toparlayayım.”
Gabriel, yerde duran demliğe takılmamak için adımlarını dikkatle atarak çalışma tezgâhına kadar geldi. Ustasının çayını tezgâhın üzerine bıraktı, kendi fincanını da eline alarak odanın uzak bir köşesine doğru ilerledi.
“Mella için hâlâ bir umut var, çırak. Umarım bunun için çok geç olmamıştır!” dedi şifacı, çay fincanına doğru uzanırken. Sonra, hazırlamış olduğu iksirin cazibesine kapılıp şişeyi bıraktığı yere geri döndü, ve hayranlık dolu gözlerle sanatının derinliklerini incelemeye koyuldu. Çayından bir yudum aldı, ve elindeki şişeyle odanın içinde turlamaya başladı.
Gabriel, bir süredir odanın içinde gezinen, mırıldanıp duran ve afiyetle çayını yudumlayan yaşlı adamın hareketlerini dikkatle inceledi. Şifacının gözlerinde kendini belli eden o gurur ve özgüven, Gabriel’in iyiden iyiye canını sıkmaya başlamıştı. “Usta...” dedi dayanamayarak.
“Söyle, çırak.” dedi ihiyar, leziz çaydan bir yudum daha aldıktan sonra.
Gabriel, konuşmasının devamını getiremiyor gibiydi. Yüzü asılmıştı, oldukça gergin görünüyordu.
“Konuşsana be çocuk! Dilini mi yuttun?”
“Usta... Bu Kirra çiçeği...”
“Eee? Ne olmuş ona?”
“Bu Kirra çiçeği zehirlidir diyorlar. Aslı astarı var mıdır?”
Urris, kafası karışmış bir şekilde çocuğun yüz ifadesini inceledi. “Neden soruyorsun, çırak?”
Derken ihtiyar bir anda korkuya kapıldı ve aceleyle sordu: “O çiçeği ağzına falan sürmedin ya?”
“Yok usta, o yüzden sormadım.”
İhtiyar belli ki bunun üzerine bir şeyler diyecekti, ama konuşması durduk yere yarıda kesildi. Gabriel ustasının değişmeye başlayan yüz ifadesine bakınca, kalbi deliler gibi atmaya başladı. Kendine hakim olmaya çalışarak, ihtiyarın neden konuşmayı bıraktığını anlamaya çalıştı.
O sırada Urris, damağına yapışan garip tadı diliyle yoklayıp ne olduğunu anlamaya çalışıyor gibiydi. Birkaç kez yutkunmaya çalıştı. Bunu son deneyişinde, yüzü acı bir şekilde buruldu.
Uzunca bir çabanın ardından “Gabriel!” diyebildi usta, paniklemiş bir şekilde. Ses tonu derin ve henüz bulanık olan bir korkunun izlerini taşıyordu.
Çok geçmeden dengesini kaybetti ihtiyar. Bir yerlere tutunmaya çalıştı, kendini zorlukla köşedeki taburenin üzerine attı. Yere düşen taze ilaç şişesi, odanın ahşap zemininde yuvarlandı. İhtiyar bir yandan öksürüyor, bir yandan da nefes almaya çalışıyordu. Ürken ve kapının eşiğine doğru birkaç geri adım atan Gabriel, yaşlı şifacının dehşete kapılmış gözlerine bakakaldı.
“Gab...”
İhtiyarın sesinin devamı, garip bir hırıltı şeklinde çıktı. Ellerini fayda etmeyecek bir çabayla boğazına götürdü ihtiyar. Zorlukla nefes almaya çalışırken, çevresini saran bütün unsurlardan uzaklaşmış, tamamen kendi derdine düşmüş bir hâli vardı. Ikınıyor, inliyor, hırıldıyor, şişmiş dudakları ve gırtlağı arasından nefes almaya çalışıyordu. Olduğu yere çakılmış bir şekilde ustasını seyreden genç çırak ömründe hiç bu kadar korkmamıştı.
Şiddetli kasılmalarla ve titremelerle birlikte yere yığıldı yaşlı adam. Yüzündeki renk ve şekil değişmiş, sanki başka birisine dönüşüvermişti. Son anlarını yaşarken, gözlerini zorlukla genç çırağına doğru kaldırdı şifacı. Gabriel, adamın gözlerinde parlayan o son ifadenin öfke mi, çaresizlik mi yoksa hayâl kırıklığı mı olduğunu hiçbir zaman bilemeyecekti.
Genç çocuk, ölümün bu dayanılmaz manzarasını daha fazla izleyemedi. Titreyen vücudunu ve bacaklarını hareket ettirerek odadan dışarıya, evin çıkış kapısına doğru koştu. Ardından yükselen çırpınışlara ve devrilen bir iki parça kap kacağa aldırış etmedi. Saçları su damlacıklarıyla buluştu, ve çocuk uzun boylu otların arasında gözden kayboldu.
* * *
Hiç durmadan koşmak istiyordu Gabriel. Düşünmek, sorgulamak veya kıyaslamak değil; sadece koşmak... Hem de bayılana kadar. Köyü yükseklerden gören tepelerde; otların, çalıların ve ağaçların örtüsü altında koşuyordu. Nereye koştuğunu bilmiyordu, ta ki köyün kuzeye bakan çıkışına yaklaşıp da nefesi kesilene kadar. Bir ağaca yaslandı. Başı dönüyor, midesi bulanıyordu. Kendini hiç bu kadar kötü hissetmemişti.
Derken köyün çocuklarını gördü. İçinde bulunduğu koruluğun biraz aşağısında bulunan bir piknik alanındaydılar. Hafifçe yağan yağmura aldırış etmeden şarkılar söylüyorlar, birbirleriyle şakalaşıyorlar, türlü oyunlar oynuyorlardı. Hâlâ nefes nefese olan Gabriel bir süre onlara doğru boş boş baktı. Yüreğini bir burukluk kapladı, sonra burukluk büyük bir pişmanlığa dönüştü. Başını ağaca yaslayan çocuk, sessizce ağlamaya başladı. İki gündür yaşadığı hiçbir şeye inanmak istemiyor, az önce işlediği suçun vicdan azabından kendini bir türlü kurtaramıyordu. Sessiz gözyaşları, yarılan gökyüzünün ve hızlanan yağmur damlalarının altında gürültülü hıçkırıklara ve feryatlara dönüştü. Çocuk uzun bir süre orada kaldı. Doğanın güvenli örtüsüne sığınmış, titrek bakışlarla piknik alanında olup bitenleri seyrediyordu. Onlardan olmayan, dışlanmış bir yabancı gibi... Üşüyordu, ve sırılsıklamdı.
Akşam oluyor, hava soğuyor, insanlar ve hayvanlar canlılık kazanmaya başlayan yağmurun etkisiyle bir bir yuvalarına kaçışıyorlardı. Piknik alanında artık sadece birkaç erkek çocuğu kalmıştı. Gabriel, onların seslerini ta buradan duyabiliyor, kim olduklarını ayırt edebiliyordu.
Çocukların ne yapmakta olduklarını görünce, dikkatini oraya yoğunlaştırdı. Merakını körükleyen bu yeni ayrıntı karşısında önce ne yapacağını bilemedi. Bir süre boyunca, şaşkınlıkla karışmış belirsiz duygularla onları seyretti.
Sonunda, içine tünemiş olduğu çalı yığınından kurtuldu genç çocuk. Kimselere görünmemeye çalışarak tepeden aşağıya, piknik alanına doğru koşturdu. Çocukları rahatça görebileceği bir mesafede kalarak, geniş gövdeli bir ağacın arkasına çömeldi, ve onları izledi.
Köyün çocukları, Gabriel’in bulunduğu taraftaki ağaçlardan birinin gövdesine astıkları yuvarlak bir levhaya doğru, ellerindeki küçük tüylü okları fırlatıyorlardı.
“Bugün onikiden vurmadan eve gitmiyorum!” dedi fırıncının şişman oğlu. “İsterse şimşek benim üzerime çaksın!”
“Hadi oradan Falit! Daha oniki puan geridesin. Oyunun galibi belli!” diye haykırdı bir başkası, büyük bir zafer edasıyla.
Şişman çocuk, elindeki tüylü oku levhaya doğru hantal ve beceriksiz bir hamleyle fırlattı. Hedefi metrelerce ıskalayan küçük ok, Gabriel’in iki metre ötesindeki kayanın dibine düştü.
Gabriel küçük okun zarif, kahverengi bedenini ve tüylerindeki o eşsiz kırmızı hatları dün gibi hatırlayıverdi. Artık büyük bir suçla kirlenmiş olan masum hatıralar, zavallı çocuğun midesinden dışarıya, koruluğun toprağına vurdu. Daha önce kendini hiç bu kadar kötü hissetmemişti Gabriel. Yere çöktü, gözleri karardı ve bir süre boyunca hiçbir şeye odaklanamaz oldu. Zaman, mekân ve hayat, ellerinden yitip gitmişti.
“Orada mı Falit?”
“Burada da değil. Ama bulacağım Kail! Bekle beni.”
“Bir de şu taşların ardına baksana!”
Fırıncının oğlu, arkadaşının işaret ettiği taşların ardında bir yerlerde parlak kırmızı bir parıltı yakaladı.
“Bekle, Kail! Sanırım buldum!”
Falit, kaybettiği tüylü okunu küçük bir taşın dibinde bulurken, gözleri sol taraftaki kadim ağacın dibinde gördüğü garip birikintiye takıldı.
“Ne oldu Falit? Kırılmış mı yoksa?”
“Hayır Kail, ok gayet sağlam" dedi şişman çocuk, iğrenmiş bir surat ifadesiyle. "Birisi burayı pisletmiş. Görmek istemezsin."
Saçları rüzgârla okşanan tepelerden yukarıya, Gümüş Dağlar’ın bulunduğu yöndeki zirvelere doğru hızla ilerleyen siyah noktayı hiçbiri fark edememişti.
Ve bir daha hiçbir Adia’lı, tepelerin ardındaki gölgelerin derinliklerinde kaybolan o noktayı göremeyecekti.
SON